Mehmet GÜREL
Köşe Yazarı
Mehmet GÜREL
 

Nostaljiden cesarete…

Bu hafta biraz nostalji yapmak istedim. Bilmeyenler için, Kütahya Atatürk Lisesi mezunuyum. Orta okulum ise Kütahya Maltepe Lisesi idi...   Aslında ikisi de aynı lisedir. Atatürk Lisesi'nin ilk adı Maltepe Lisesi'ydi. Kütahya Atatürk Lisesi'nin günümüzdeki binasında ben hiç okumadım. Bundan bir önceki binasında lise yıllarım geçti. Ondan da önceki binalarında veya o zamanlar bizim söylediğimiz gibi, barakalarda orta okulu okudum.    Numaram 349 idi. Ortaokula başladığımızda, tören alanımızı “u” şeklinde çevreleyen, tek katlı, bir tanesi tuğla kagir, diğer ikisi ahşap konstrüksiyonlu, beton ve asbest katkılı panellerden yapılmış sandviç duvarlı prefabrik binalardı. Çatıları metaldi.   Sobalıydı sınıflarımız. Hababam sınıfında olduğu gibi kopya çekmek için sobaya girmiyorduk ama dersi kaynatmak için sobayı tüttürmemiz yeterliydi. Tabi yandığı günlerde...   Sınıfımdaki samimi arkadaşlarımdan birisiyle anlaşmıştık. Bir gün o, bir gün ben, evden annelerimizin hazırladığı, iki ekmek arası tereyağlı, peynirli, domatesli sandviçleri getirip paylaşırdık. Her gün gazoz içemezdik.    O zamanlar ilkokul forması siyah önlük beyaz yakadan oluşurdu. Orta okulda erkekler takım elbise giymeye başlardı. Takım elbisem orta okuldan sonra lisede yenilenmişti. Fiziki olarak lise son sınıfa kadar hep tıfıl kaldığımdan aynı takım elbise ufak değişikliklerle idare etmişti.    Lise son sınıfta boy atmaya başlayıp bir senede cidden yükselmiştim.   Okula tıraşsız giremezdik. Zamanının uzun saç modası ise tam tersini söylüyordu. Bir gün okul girişinde (Yaşıyorsa Allah selamet versin, aramızdan ayrıldıysa rahmetler olsun) kimya öğretmenimiz kapıda durmuş, herkesi kontrol ediyordu ve uzun saçlıların ön perçemlerini elindeki makasla kesiveriyordu.    Ben de bu kontrolden nasibimi almıştım. Ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Bugün liseye gidiyor olsam kesin psikolojim bozulur, bunalıma girerdim...   Hemen berbere gönderildim. 2 numara traş anca kurtardı. Makasa benzer kolları olan traş makinesi ağızlı saç kesme makineleri vardı. 1, 2 ve 3 diye ayarları olurdu. 3 numara en uzun kesen ayarı idi ama o bile keklik hissi uyandırırdı...   Benim o halimi gören birkaç arkadaşım (kontrolden kurtulanlardan) ertesi gün benim gibi saçı kesilmişlere destek olmak, protesto etmek için kendi saçlarını 3 numara traş ettirmişlerdi. Okul tarihinde bir tekrarı daha olmadı.   Bir arkadaşımız da saçının ön perçemi kesilmiş olmasına rağmen, berbere gitmemiş saçı uzayana kadar o şekilde dolaşmıştı. (Bu arkadaşım günümüzde bir üniversitede Fakülte Dekanlığı yapmaktadır). Bu hareketine hep hayran kalmışımdır...   Tabi ki o yıllarda da sevilen sevilmeyen (daha az sevilen) öğretmenlerimiz vardı. Sert olanları, yumuşak davrananları, kaba kuvvet meraklıları, akıllıları, güzelleri, güzel yazanları, yazısı okunmayanları, babacanları, karı-koca olanları hepsi bir bütündü aslında eğitimimizdeki bina içinde.    Hepsini de hayırla anar, hayatta olanlara selamet, kaybettiklerimize rahmet dilerim. Bizlerin üzerinde çok hakları vardır.   Bu tür disipline alma tavırları, öğretmenlerimizce sık sık yapılırdı. Bizlerden ziyade kız arkadaşlarımız daha sıkıntılıydı. Formalarının üstüne giydikleri montlara el konulur, etek boyları kısa diye, kıvrılmış payları sökülürdü. Örgüsüz saçlar, kurdeleler, tokalar, makyajlar, kısa kollular, topuklu ayakkabılar hep yasaktı...   O yıllarda, kız arkadaşımızla yan yana yürüyemezdik bile. Hele hele kızlar için, erkek arkadaş mı...! O da ne...!   İki cinsin birlikte olması ateşle barut anlamındaydı. Oysa aynı tabaktaki elmayla armut olamıyorduk bir türlü...   Kız veya erkek arkadaş gibi defter, kitap, kırtasiye imkanları bugünkü gibi bol ve çeşitli değildi. Kalemtıraş ile açtığımız kalemler kısalınca arkalarına bitmiş tükenmez kalemlerin kapakları takılarak boyu uzatılır, dibine kadar kullanılırdı.   Bizler okurken, ders kitapları üzerine kalemle işaret konulması, yazı yazılması ayıplanırdı. Çünkü, işiniz bittiğinde, bir sonraki yıl sizden küçük, arkanızdan gelen kardeşinize veya akrabanıza verirdiniz. Onlarda aynı kitapla eğitim alırlardı. Öyle her sene müfredat değişmez, kitaplar yenilenmez, yandaş matbaalar, yazarlar zengin edilmez, Cumhuriyet'in izleri silinmeye çalışılmazdı...   Barakalardan, yeni binaya geçince Saray gibi gelmişti o zamanlar okulumuz. Kaloriferli, büyük sınıfları çok beğenmiştik. Sonraki yıl da kapalı spor salonumuzun yapımı tamamlanmıştı. Artık modern bir binada eğitim almaktaydık. Laboratuvarımız, folklor gruplarımız, müzik korolarımız, İngilizce kurslarımız, basketbol takımımız bile vardı artık...   Baraka okuldan, Kütahya'nın en meşhur iki Lisesinden birisi haline gelmiştik. Gerçi barakalardayken de başarı ortalamamızla ilimizin sayılı okulları arasına girerdik. (Tabi o zamanlarda özel liseler yoktu) Bunda payı olan zamanının okul Müdürü Hayati Gürsel'in ve diğer öğretmenlerimizin payı büyüktür.    Yanlış hatırlamıyorsam üniversiteye girebilme oranı yüzde altmışlar civarındaydı. Zamanının iyi oranıdır...   Düşündüğü bölüme değil üniversiteye girebilme oranı diyorum, çünkü o yıllarda, her ne hikmetse, üniversite tercihlerimiz, sınavdan önce yaptırılarak, istediğimiz bölümü kazanma başarımız, şansa bırakılmış oluyordu. Bu nedenle, belki hiç aklımızda olmayan, düşük puanlı bölümleri de yazmak durumunda kalıyorduk. İstemediği bölümlerde okuyan pek çok arkadaşımız bulunmaktaydı. Ben ise şanslı azınlıktaydım...   Bu da aldığı eğitimi kullanmayan, üniversitede okuduğu bölüm haricinde işlerle uğraşan bir kuşak oluşturdu.    Eğitim aldığımız mekanların, öğretmenlerin, okul isimlerinin hiçbirimiz için önemi yoktu. Evimize yakın olduğundan o okullara kayıt yaptırmıştık. Annem ve babam okuyacağım lisenin öğretmenlerini araştırmamıştı. Veya sosyal imkanlarını yerinde görme gereği duymamıştı.    Şehirdeki liselerin eğitim kalitesinin, ufak farklar haricinde belirgin bir üstünlüğü yoktu.    Tamam okulumuz en iyilerdendi. Ama en kötüsünden de iyi arkadaşlarım vardı. O yıllarda fırsat eşitliğimiz daha fazlaydı diyebilirim...   Şimdi eğitimin geldiği noktayı gördükçe, içim sızlıyor, uçurumları gördükçe çok kötü oluyorum. Bu farkların, sadece maddi imkanlarla giderilmeye çalışılması ise işin ayrı cabası. Maalesef ülkemizde eğitim, paralı hale geldi...   Müfredat sıkıntısının yanı sıra, yetişenlerden bahisle, ahlaklılık, şiddetlilik, uyumsuzluk, tatminsizlik, kopyacılık, bedavacılık, kulaktan dolmacılık... Daha ne diyeyim.    Uzaktan eğitimi hiç saymıyorum. Maalesef şanssız bir kuşak oldular. Büyük ihtimalle sıkıntısını daha sonra yaşayacağız...   Elbette öğretim konusunda bizlerle şimdiki kuşakları kıyaslamak son derece yanlış olur. Her nesil kendi kulvarında, arkadaşları ile ilerleyecektir. Bir gerçek vardır, bizden sonrakiler, çok daha zeki ve beceriklidirler.    Hepsi bireyselde çok iyiler ancak, toplumumuz için çalışacak olanlara Allah kolaylık versin.     İçinde bulunduğumuz küresel salgın şartları nedeniyle, uzaktan eğitimde, okuluna göre, müdürüne göre, öğretmenine göre, velisinin imkanlarına göre çok farklı sonuçları göreceğimiz günler önümüzdedir.    Bu imkanları mümkün olduğunca eşitlemek, Anayasamıza göre devletimizin asli görevlerindendir. Ancak, hiç birimizin ülkemizde gerçekleşen eğitim adına eşitlikten bahsedebileceğini zannetmiyorum.   Bu arada, cesur, eğitim için kendini ortaya koyan, inisiyatif kullanabilen, öğrencilerine uzaktan verdikleri dersleri çeşitlendirip, sayısını artırabilen, Bakanlığın verdiği imkanlarla yetinmeyip başka yollar da bulabilen okul müdürlerini, öğretmenleri tebrik ederim. Sağlık çalışanları kadar, takdiri onlar da hak etmekteler…   Bu açıdan baktığımızda, biz daha şanslıydık diyebilirim sadece...   Sağlıcakla kalın...

Nostaljiden cesarete…

Bu hafta biraz nostalji yapmak istedim. Bilmeyenler için, Kütahya Atatürk Lisesi mezunuyum. Orta okulum ise Kütahya Maltepe Lisesi idi...

 

Aslında ikisi de aynı lisedir. Atatürk Lisesi'nin ilk adı Maltepe Lisesi'ydi. Kütahya Atatürk Lisesi'nin günümüzdeki binasında ben hiç okumadım. Bundan bir önceki binasında lise yıllarım geçti. Ondan da önceki binalarında veya o zamanlar bizim söylediğimiz gibi, barakalarda orta okulu okudum. 

 

Numaram 349 idi. Ortaokula başladığımızda, tören alanımızı “u” şeklinde çevreleyen, tek katlı, bir tanesi tuğla kagir, diğer ikisi ahşap konstrüksiyonlu, beton ve asbest katkılı panellerden yapılmış sandviç duvarlı prefabrik binalardı. Çatıları metaldi.

 

Sobalıydı sınıflarımız. Hababam sınıfında olduğu gibi kopya çekmek için sobaya girmiyorduk ama dersi kaynatmak için sobayı tüttürmemiz yeterliydi. Tabi yandığı günlerde...

 

Sınıfımdaki samimi arkadaşlarımdan birisiyle anlaşmıştık. Bir gün o, bir gün ben, evden annelerimizin hazırladığı, iki ekmek arası tereyağlı, peynirli, domatesli sandviçleri getirip paylaşırdık. Her gün gazoz içemezdik. 

 

O zamanlar ilkokul forması siyah önlük beyaz yakadan oluşurdu. Orta okulda erkekler takım elbise giymeye başlardı. Takım elbisem orta okuldan sonra lisede yenilenmişti. Fiziki olarak lise son sınıfa kadar hep tıfıl kaldığımdan aynı takım elbise ufak değişikliklerle idare etmişti. 

 

Lise son sınıfta boy atmaya başlayıp bir senede cidden yükselmiştim.

 

Okula tıraşsız giremezdik. Zamanının uzun saç modası ise tam tersini söylüyordu. Bir gün okul girişinde (Yaşıyorsa Allah selamet versin, aramızdan ayrıldıysa rahmetler olsun) kimya öğretmenimiz kapıda durmuş, herkesi kontrol ediyordu ve uzun saçlıların ön perçemlerini elindeki makasla kesiveriyordu. 

 

Ben de bu kontrolden nasibimi almıştım. Ne kadar üzüldüğümü anlatamam. Bugün liseye gidiyor olsam kesin psikolojim bozulur, bunalıma girerdim...

 

Hemen berbere gönderildim. 2 numara traş anca kurtardı. Makasa benzer kolları olan traş makinesi ağızlı saç kesme makineleri vardı. 1, 2 ve 3 diye ayarları olurdu. 3 numara en uzun kesen ayarı idi ama o bile keklik hissi uyandırırdı...

 

Benim o halimi gören birkaç arkadaşım (kontrolden kurtulanlardan) ertesi gün benim gibi saçı kesilmişlere destek olmak, protesto etmek için kendi saçlarını 3 numara traş ettirmişlerdi. Okul tarihinde bir tekrarı daha olmadı.

 

Bir arkadaşımız da saçının ön perçemi kesilmiş olmasına rağmen, berbere gitmemiş saçı uzayana kadar o şekilde dolaşmıştı. (Bu arkadaşım günümüzde bir üniversitede Fakülte Dekanlığı yapmaktadır). Bu hareketine hep hayran kalmışımdır...

 

Tabi ki o yıllarda da sevilen sevilmeyen (daha az sevilen) öğretmenlerimiz vardı. Sert olanları, yumuşak davrananları, kaba kuvvet meraklıları, akıllıları, güzelleri, güzel yazanları, yazısı okunmayanları, babacanları, karı-koca olanları hepsi bir bütündü aslında eğitimimizdeki bina içinde. 

 

Hepsini de hayırla anar, hayatta olanlara selamet, kaybettiklerimize rahmet dilerim. Bizlerin üzerinde çok hakları vardır.

 

Bu tür disipline alma tavırları, öğretmenlerimizce sık sık yapılırdı. Bizlerden ziyade kız arkadaşlarımız daha sıkıntılıydı. Formalarının üstüne giydikleri montlara el konulur, etek boyları kısa diye, kıvrılmış payları sökülürdü. Örgüsüz saçlar, kurdeleler, tokalar, makyajlar, kısa kollular, topuklu ayakkabılar hep yasaktı...

 

O yıllarda, kız arkadaşımızla yan yana yürüyemezdik bile. Hele hele kızlar için, erkek arkadaş mı...! O da ne...!

 

İki cinsin birlikte olması ateşle barut anlamındaydı. Oysa aynı tabaktaki elmayla armut olamıyorduk bir türlü...

 

Kız veya erkek arkadaş gibi defter, kitap, kırtasiye imkanları bugünkü gibi bol ve çeşitli değildi. Kalemtıraş ile açtığımız kalemler kısalınca arkalarına bitmiş tükenmez kalemlerin kapakları takılarak boyu uzatılır, dibine kadar kullanılırdı.
 

Bizler okurken, ders kitapları üzerine kalemle işaret konulması, yazı yazılması ayıplanırdı. Çünkü, işiniz bittiğinde, bir sonraki yıl sizden küçük, arkanızdan gelen kardeşinize veya akrabanıza verirdiniz. Onlarda aynı kitapla eğitim alırlardı. Öyle her sene müfredat değişmez, kitaplar yenilenmez, yandaş matbaalar, yazarlar zengin edilmez, Cumhuriyet'in izleri silinmeye çalışılmazdı...

 

Barakalardan, yeni binaya geçince Saray gibi gelmişti o zamanlar okulumuz. Kaloriferli, büyük sınıfları çok beğenmiştik. Sonraki yıl da kapalı spor salonumuzun yapımı tamamlanmıştı. Artık modern bir binada eğitim almaktaydık. Laboratuvarımız, folklor gruplarımız, müzik korolarımız, İngilizce kurslarımız, basketbol takımımız bile vardı artık...

 

Baraka okuldan, Kütahya'nın en meşhur iki Lisesinden birisi haline gelmiştik. Gerçi barakalardayken de başarı ortalamamızla ilimizin sayılı okulları arasına girerdik. (Tabi o zamanlarda özel liseler yoktu) Bunda payı olan zamanının okul Müdürü Hayati Gürsel'in ve diğer öğretmenlerimizin payı büyüktür. 

 

Yanlış hatırlamıyorsam üniversiteye girebilme oranı yüzde altmışlar civarındaydı. Zamanının iyi oranıdır...

 

Düşündüğü bölüme değil üniversiteye girebilme oranı diyorum, çünkü o yıllarda, her ne hikmetse, üniversite tercihlerimiz, sınavdan önce yaptırılarak, istediğimiz bölümü kazanma başarımız, şansa bırakılmış oluyordu. Bu nedenle, belki hiç aklımızda olmayan, düşük puanlı bölümleri de yazmak durumunda kalıyorduk. İstemediği bölümlerde okuyan pek çok arkadaşımız bulunmaktaydı. Ben ise şanslı azınlıktaydım...

 

Bu da aldığı eğitimi kullanmayan, üniversitede okuduğu bölüm haricinde işlerle uğraşan bir kuşak oluşturdu. 

 

Eğitim aldığımız mekanların, öğretmenlerin, okul isimlerinin hiçbirimiz için önemi yoktu. Evimize yakın olduğundan o okullara kayıt yaptırmıştık. Annem ve babam okuyacağım lisenin öğretmenlerini araştırmamıştı. Veya sosyal imkanlarını yerinde görme gereği duymamıştı. 

 

Şehirdeki liselerin eğitim kalitesinin, ufak farklar haricinde belirgin bir üstünlüğü yoktu. 

 

Tamam okulumuz en iyilerdendi. Ama en kötüsünden de iyi arkadaşlarım vardı. O yıllarda fırsat eşitliğimiz daha fazlaydı diyebilirim...

 

Şimdi eğitimin geldiği noktayı gördükçe, içim sızlıyor, uçurumları gördükçe çok kötü oluyorum. Bu farkların, sadece maddi imkanlarla giderilmeye çalışılması ise işin ayrı cabası. Maalesef ülkemizde eğitim, paralı hale geldi...

 

Müfredat sıkıntısının yanı sıra, yetişenlerden bahisle, ahlaklılık, şiddetlilik, uyumsuzluk, tatminsizlik, kopyacılık, bedavacılık, kulaktan dolmacılık... Daha ne diyeyim. 

 

Uzaktan eğitimi hiç saymıyorum. Maalesef şanssız bir kuşak oldular. Büyük ihtimalle sıkıntısını daha sonra yaşayacağız...

 

Elbette öğretim konusunda bizlerle şimdiki kuşakları kıyaslamak son derece yanlış olur. Her nesil kendi kulvarında, arkadaşları ile ilerleyecektir. Bir gerçek vardır, bizden sonrakiler, çok daha zeki ve beceriklidirler. 

 

Hepsi bireyselde çok iyiler ancak, toplumumuz için çalışacak olanlara Allah kolaylık versin.  

 

İçinde bulunduğumuz küresel salgın şartları nedeniyle, uzaktan eğitimde, okuluna göre, müdürüne göre, öğretmenine göre, velisinin imkanlarına göre çok farklı sonuçları göreceğimiz günler önümüzdedir. 

 

Bu imkanları mümkün olduğunca eşitlemek, Anayasamıza göre devletimizin asli görevlerindendir. Ancak, hiç birimizin ülkemizde gerçekleşen eğitim adına eşitlikten bahsedebileceğini zannetmiyorum.

 

Bu arada, cesur, eğitim için kendini ortaya koyan, inisiyatif kullanabilen, öğrencilerine uzaktan verdikleri dersleri çeşitlendirip, sayısını artırabilen, Bakanlığın verdiği imkanlarla yetinmeyip başka yollar da bulabilen okul müdürlerini, öğretmenleri tebrik ederim. Sağlık çalışanları kadar, takdiri onlar da hak etmekteler…

 

Bu açıdan baktığımızda, biz daha şanslıydık diyebilirim sadece...

 

Sağlıcakla kalın...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.