Mehmet GÜREL
Köşe Yazarı
Mehmet GÜREL
 

Medeniyet...

Dünya tarihi boyunca, kendi medeniyetini kurmuş pek çok toplum gelmiş, geçmiş. Neredeyse her çağ ve toplum coğrafi, fiziki, inanç ortamları içinde kendi medeniyetlerini oluşturmuşlardır. Zamanlarını doldurduktan sonra tarih sayfalarındaki yerlerini almışlardır.   Elbette uygarlıklar ne kadar köklü ve yaygın ise o kadar büyük ve derin izler bırakmışlar. Bütün bu izlerden görüyoruz ki “inanç” faktörü; insanoğlunun sınırlarını hep zorlamış, gücünün üstünde işler çıkarması için gayret vermiş.    Mesela Güney Amerika Uygarlıklarından Mayalar, zamanının en medeni toplumlarını oluşturmuşlar. Kendi, alfabeleri, takvimleri, inançları varmış. Bilimde ve taş işçiliğinde zamanının çok önünde olmalarına rağmen Tanrı'larına insan kurban ederlermiş...   Kuzey Amerika Toplumlarından Zuniler'in inançlarına göre ise her şeyin bir ruhu vardı. Bir çocuğun cinsiyetini belirleyecek olan şey, çocuğun ruhuydu. Büyük Ruh onları iki ruhlu olarak yarattıysa, onları olduğu gibi kabul etmek gerekiyordu. Bir çocuk kendi cinsiyetini kendisi belirleyemezdi, bu yüzden seçme şansının olmadığı yerde sorumluluğun varlığından söz edilemezdi. İki ruhlu olarak yaratılan bir kişinin öyle olmama gibi bir durumu yoktu. Bu kadar müsamahalı olan inançlarına rağmen düşmanlarının kafa derilerini yüzmüşler, koleksiyonunu yapmışlardır...   Mısır medeniyetinde, ölülerini mumyalar ve mezar için piramitler inşa ederlerdi. Demir, Mısırlılar tarafından daha yeni keşfedilen bir metal iken, aynı kıtanın diğer medeniyeti Kush halkı için ülkenin en büyük kaynağı idi. Kadınlar halk içinde çok önemli rollere sahipti ve ülkeyi yönetebiliyorlardı. Hatta ülkedeki en büyük piramit bir kraliçe onuruna yapılmıştı. Kushlar okçuları ve dönemin en yetenekli sanatkarları ile meşhurlardı. Ama köleler kullanıyorlardı. Düşmanlarını veya köle tüccarlarının getirdiği insanları eziyetle çalıştırıyorlardı...   Asya'nın büyük uygarlıklarından Hintliler “Taç Mahal” gibi bir kadın için yapılmış en güzel, en zarif yapılardan birine sahiplerken toplumsal yaşantılarını kast sisteminde, yani herkesin eşit olmadığı, soyluların ve alt tabakaların olduğu bir düzende sürdürmekteler. Kimisi çok zenginken, kimileri de aşırı fakirdir...   Dünyanın medeniyet ve hükümranlık örneklerinden Romalılar, devlet sistemi, demokrasi ve bilim adına büyük izler bırakmışlar. Onlardan kalan pek çok tiyatro günümüzde de hala kullanılabilmekte. Böyle olmasına rağmen gladyatör dövüşünü geliştirmiş ve ticaret haline getirmiş bir toplumdur.    İnsanlığın dünyaya yayıldığı, tek tanrılı dinlerin merkezi Ortadoğu Medeniyetleri ise tarih boyunca birbirleri ile savaşmaktan bir türlü kendilerini alamamışlar. Zaman zaman bilim, edebiyat ve felsefe konularında büyük insanlar hatta bir çok Peygamberler çıkartsalar da tarihte en çok savaşın, çekişmenin, kibrin ve riyanın bir arada olduğu coğrafyalardandır.     Bizim medeniyetimiz ise, dünyadaki en kozmopolitleşmiş, en başat, çok düşmanı olmasına rağmen mağlubiyeti yine kendine karşı yaşamış, devamlılığı olan en çok devleti kurmuş, devlet kurmakta ve yıkmakta mahir, neredeyse tüm dünyaya yayılmış, kendinden önceki büyük medeniyetlerin korkulu rüyası olmuş, çöken imparatorluğunun üzerine cennet vatanını savunmuş ve geri almasını bilmiş tek toplumdur.    Tarih sahnesine çok değişik isimlerle çıksa da aslında yukarıda saydıklarımın hepsi kurduğumuz tüm devletler için geçerlidir.    Günümüzde 21. Asırda elbette at sırtında göçebe bir toplum değiliz artık. Öyle bir yaşam tarzını bırakalı yüzyıllar oldu. Artık bu topraklar 1000 yıldır bizim yurdumuz. Burada kendi kültürümüzü mevcut kadim medeniyetlerle evlendirdik. Her geçen dönem üzerine koyduk, artırdık. Bu sayede de buraları sahiplenebildik.     Eğer sadece bir öncekini tekrar edip geliştiremeseydik bu devamlılığı bulamaz, ardı ardına bu kadar çok devlet kuramazdık.    Bizi Orta Asya'dan buralara getiren Turan ruhumuzdu. Anadolu'yu gördüğümüzde bulduğumuza inandık sadece.    Dünya üstündeki tüm medeniyetler, kendinden sonrakilere örnek olmuşlar ve iyi veya kötü izlerini bırakmışlar. Biz ise bir önceki kendimizden aldığımızı ilerletmiş, yenilemişiz. Bu arada da kozmopolit bir toplum haline gediğimizden bizimle birlikte yaşayan kültürlerden pek çok iyiyi alıntı yapmışız...   En çoğunu - din sebepli - Araplardan almışız. Tabi ilk zamanlarda kendimize göre yorumlasak da sonradan Araplaşma konusu zamanının bazı Hocaları için en kolayı olmuş. Bildikleri dil Arapça, uzman oldukları konu dogmatik yönü ile İslam olunca ilerleme o yönde derinleşmiş. Eğitimsiz kalan halk bu hocaların elinde kalmış. Devlet yönetimi bile etkilenmiş. Olmayan kurallar, zorunluluklar getirilmiş, adeta yeni bir anane oluşturulmuş.     Cinsiyetlere görevler biçilmiş (baskın olanı tarafından). Bu roller üzerine aynı sahnede kuşaklar yetişmiş. Pek çok rol kanıksanmış. Kural haline gelmiş. Geçen yüzyıllarda herkes rolünü ezberlemiş...   İşte o çöken İmparatorluktan sonra kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti'nde de eski medeniyetimizin bugün için gelişmiş bir toplumda gereksiz, yanlış olanlarını bırakmamız gerekmiş.    Bunun için Atatürk çıkmış, daha ileriye, gelişmiş toplum olmamız için gerekenleri anlatmış. O'nun öğretileri; önceden yaşadıklarımızın bizler için hazırlanmış sahnesi olan, senaryosu özenle yazılmış, yüzyıllarca körüklenmiş, rolleri dağılmış bir oyun olduğunu, modern dünyada ise bu hurafelerin, yobazlıkların yerinin olmadığını üretimin var olduğunu, “sen çocuk doğuracaksın, sen evi geçindireceksin” diye bir görevlendirmenin artık olmadığını, sadece iyi üreteceksin, gelişecek, geliştireceksin derken topyekûn ilerlemeyi anlatır bizlere..   İşte şimdi tekrar o eski roller üzerimize dikiliyor. O senaryo tekrar tozlu raflardan indi. Hepimize okutulmaya çalışılıyor. Aklanarak pullanarak. Elbetteki sevaplanarak, günahlanarak.    Okutmayarak, eğitmeyerek. Saygısızca, sevgisizce şiddetle o kostüm üstümüze dikilmekte...   İstanbul Sözleşmesi gibi sadece kadına ve güçsüz olana yapılacak şiddeti engellemek isteyen ve yazılı hale getirilmiş ahlak kurallarına, Eşcinselleri-sanki yoklarmış gibi, suçlularmış, hastalarmış gibi-meşrulaştırıyor, Aile yapımızı-sanki kültürümüzde kadın sadece çocuk doğurur ve yetiştirir, bir hizmetçidir-bozuyor diye kadın kelimesinin anlamına bile dayanamayan martavalları ile karşı çıkıyorlar...   Atamızı lanetleyerek küçük düşürmeye çalışıyorlar. O'nu değil, temsil ettiği değerleri yok ediyorlar. Öğretilerini silmeye çalışıyorlar. Bu topluma yeni bir don biçiyorlar...   Amaç sadece kadın, aile, eşcinseller değil eski bir kötüyü taklit ve hükümranlık uğruna hortlatmaktır.   Öğretilerini, devrimlerini asla unutmayacağız. Azınlığa düşsek bile O'nun gibi yapacağız. Azmedeceğiz. Savaşacağız cehaletle, görmezlikle, duymazlıkla...    Geldikleri gibi giderler diyeceğiz.   Eskisinin üzerine, taklit bir medeniyeti değil ondan çok daha iyisini kuracağız...

Medeniyet...

Dünya tarihi boyunca, kendi medeniyetini kurmuş pek çok toplum gelmiş, geçmiş. Neredeyse her çağ ve toplum coğrafi, fiziki, inanç ortamları içinde kendi medeniyetlerini oluşturmuşlardır. Zamanlarını doldurduktan sonra tarih sayfalarındaki yerlerini almışlardır.

 

Elbette uygarlıklar ne kadar köklü ve yaygın ise o kadar büyük ve derin izler bırakmışlar. Bütün bu izlerden görüyoruz ki “inanç” faktörü; insanoğlunun sınırlarını hep zorlamış, gücünün üstünde işler çıkarması için gayret vermiş. 

 

Mesela Güney Amerika Uygarlıklarından Mayalar, zamanının en medeni toplumlarını oluşturmuşlar. Kendi, alfabeleri, takvimleri, inançları varmış. Bilimde ve taş işçiliğinde zamanının çok önünde olmalarına rağmen Tanrı'larına insan kurban ederlermiş...

 

Kuzey Amerika Toplumlarından Zuniler'in inançlarına göre ise her şeyin bir ruhu vardı. Bir çocuğun cinsiyetini belirleyecek olan şey, çocuğun ruhuydu. Büyük Ruh onları iki ruhlu olarak yarattıysa, onları olduğu gibi kabul etmek gerekiyordu. Bir çocuk kendi cinsiyetini kendisi belirleyemezdi, bu yüzden seçme şansının olmadığı yerde sorumluluğun varlığından söz edilemezdi. İki ruhlu olarak yaratılan bir kişinin öyle olmama gibi bir durumu yoktu. Bu kadar müsamahalı olan inançlarına rağmen düşmanlarının kafa derilerini yüzmüşler, koleksiyonunu yapmışlardır...

 

Mısır medeniyetinde, ölülerini mumyalar ve mezar için piramitler inşa ederlerdi. Demir, Mısırlılar tarafından daha yeni keşfedilen bir metal iken, aynı kıtanın diğer medeniyeti Kush halkı için ülkenin en büyük kaynağı idi. Kadınlar halk içinde çok önemli rollere sahipti ve ülkeyi yönetebiliyorlardı. Hatta ülkedeki en büyük piramit bir kraliçe onuruna yapılmıştı. Kushlar okçuları ve dönemin en yetenekli sanatkarları ile meşhurlardı. Ama köleler kullanıyorlardı. Düşmanlarını veya köle tüccarlarının getirdiği insanları eziyetle çalıştırıyorlardı...

 

Asya'nın büyük uygarlıklarından Hintliler “Taç Mahal” gibi bir kadın için yapılmış en güzel, en zarif yapılardan birine sahiplerken toplumsal yaşantılarını kast sisteminde, yani herkesin eşit olmadığı, soyluların ve alt tabakaların olduğu bir düzende sürdürmekteler. Kimisi çok zenginken, kimileri de aşırı fakirdir...

 

Dünyanın medeniyet ve hükümranlık örneklerinden Romalılar, devlet sistemi, demokrasi ve bilim adına büyük izler bırakmışlar. Onlardan kalan pek çok tiyatro günümüzde de hala kullanılabilmekte. Böyle olmasına rağmen gladyatör dövüşünü geliştirmiş ve ticaret haline getirmiş bir toplumdur. 

 

İnsanlığın dünyaya yayıldığı, tek tanrılı dinlerin merkezi Ortadoğu Medeniyetleri ise tarih boyunca birbirleri ile savaşmaktan bir türlü kendilerini alamamışlar. Zaman zaman bilim, edebiyat ve felsefe konularında büyük insanlar hatta bir çok Peygamberler çıkartsalar da tarihte en çok savaşın, çekişmenin, kibrin ve riyanın bir arada olduğu coğrafyalardandır.  

 

Bizim medeniyetimiz ise, dünyadaki en kozmopolitleşmiş, en başat, çok düşmanı olmasına rağmen mağlubiyeti yine kendine karşı yaşamış, devamlılığı olan en çok devleti kurmuş, devlet kurmakta ve yıkmakta mahir, neredeyse tüm dünyaya yayılmış, kendinden önceki büyük medeniyetlerin korkulu rüyası olmuş, çöken imparatorluğunun üzerine cennet vatanını savunmuş ve geri almasını bilmiş tek toplumdur. 

 

Tarih sahnesine çok değişik isimlerle çıksa da aslında yukarıda saydıklarımın hepsi kurduğumuz tüm devletler için geçerlidir. 

 

Günümüzde 21. Asırda elbette at sırtında göçebe bir toplum değiliz artık. Öyle bir yaşam tarzını bırakalı yüzyıllar oldu. Artık bu topraklar 1000 yıldır bizim yurdumuz. Burada kendi kültürümüzü mevcut kadim medeniyetlerle evlendirdik. Her geçen dönem üzerine koyduk, artırdık. Bu sayede de buraları sahiplenebildik.  

 

Eğer sadece bir öncekini tekrar edip geliştiremeseydik bu devamlılığı bulamaz, ardı ardına bu kadar çok devlet kuramazdık. 

 

Bizi Orta Asya'dan buralara getiren Turan ruhumuzdu. Anadolu'yu gördüğümüzde bulduğumuza inandık sadece. 

 

Dünya üstündeki tüm medeniyetler, kendinden sonrakilere örnek olmuşlar ve iyi veya kötü izlerini bırakmışlar. Biz ise bir önceki kendimizden aldığımızı ilerletmiş, yenilemişiz. Bu arada da kozmopolit bir toplum haline gediğimizden bizimle birlikte yaşayan kültürlerden pek çok iyiyi alıntı yapmışız...

 

En çoğunu - din sebepli - Araplardan almışız. Tabi ilk zamanlarda kendimize göre yorumlasak da sonradan Araplaşma konusu zamanının bazı Hocaları için en kolayı olmuş. Bildikleri dil Arapça, uzman oldukları konu dogmatik yönü ile İslam olunca ilerleme o yönde derinleşmiş. Eğitimsiz kalan halk bu hocaların elinde kalmış. Devlet yönetimi bile etkilenmiş. Olmayan kurallar, zorunluluklar getirilmiş, adeta yeni bir anane oluşturulmuş.  

 

Cinsiyetlere görevler biçilmiş (baskın olanı tarafından). Bu roller üzerine aynı sahnede kuşaklar yetişmiş. Pek çok rol kanıksanmış. Kural haline gelmiş. Geçen yüzyıllarda herkes rolünü ezberlemiş...

 

İşte o çöken İmparatorluktan sonra kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti'nde de eski medeniyetimizin bugün için gelişmiş bir toplumda gereksiz, yanlış olanlarını bırakmamız gerekmiş. 

 

Bunun için Atatürk çıkmış, daha ileriye, gelişmiş toplum olmamız için gerekenleri anlatmış. O'nun öğretileri; önceden yaşadıklarımızın bizler için hazırlanmış sahnesi olan, senaryosu özenle yazılmış, yüzyıllarca körüklenmiş, rolleri dağılmış bir oyun olduğunu, modern dünyada ise bu hurafelerin, yobazlıkların yerinin olmadığını üretimin var olduğunu, “sen çocuk doğuracaksın, sen evi geçindireceksin” diye bir görevlendirmenin artık olmadığını, sadece iyi üreteceksin, gelişecek, geliştireceksin derken topyekûn ilerlemeyi anlatır bizlere..

 

İşte şimdi tekrar o eski roller üzerimize dikiliyor. O senaryo tekrar tozlu raflardan indi. Hepimize okutulmaya çalışılıyor. Aklanarak pullanarak. Elbetteki sevaplanarak, günahlanarak. 

 

Okutmayarak, eğitmeyerek. Saygısızca, sevgisizce şiddetle o kostüm üstümüze dikilmekte...

 

İstanbul Sözleşmesi gibi sadece kadına ve güçsüz olana yapılacak şiddeti engellemek isteyen ve yazılı hale getirilmiş ahlak kurallarına, Eşcinselleri-sanki yoklarmış gibi, suçlularmış, hastalarmış gibi-meşrulaştırıyor, Aile yapımızı-sanki kültürümüzde kadın sadece çocuk doğurur ve yetiştirir, bir hizmetçidir-bozuyor diye kadın kelimesinin anlamına bile dayanamayan martavalları ile karşı çıkıyorlar...

 

Atamızı lanetleyerek küçük düşürmeye çalışıyorlar. O'nu değil, temsil ettiği değerleri yok ediyorlar. Öğretilerini silmeye çalışıyorlar. Bu topluma yeni bir don biçiyorlar...

 

Amaç sadece kadın, aile, eşcinseller değil eski bir kötüyü taklit ve hükümranlık uğruna hortlatmaktır.

 

Öğretilerini, devrimlerini asla unutmayacağız. Azınlığa düşsek bile O'nun gibi yapacağız. Azmedeceğiz. Savaşacağız cehaletle, görmezlikle, duymazlıkla... 

 

Geldikleri gibi giderler diyeceğiz.

 

Eskisinin üzerine, taklit bir medeniyeti değil ondan çok daha iyisini kuracağız...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.