İsa ÖZTÜRK
Köşe Yazarı
İsa ÖZTÜRK
 

Mazi Kalbimde Yaradır

Çağımız malum her açıdan zenginlik çağı.. Zenginlikten kastım çeşitlilik ve sonsuz seçenekler..Evde TV karşısına geçince envai çeşit filmler, belgeseller, diziler, müzik programları karşılıyor bizi. Yüzlerce televizyon kanalına ilaveten bir sürü de internet üzerinden yayın yapan medya kuruluşları var. Yok, yok.. İlginizi ne çekiyorsa, ruh haliniz neye uygunsa seçip izliyorsunuz.    Ben sizi biraz gerilere götüreceğim, sizlerle beraber anılara, eski yıllara nostaljik bir seyahat yapacağız. Belli bir yaşın üzerinde olanlar eminim bu seyahatten hoşnut olacaklar, bazısı da “Ne anlatıyor bu arkadaş” diyecektir, eminim.. 70'li yıllarla 2000'li yıllar arasındaki çoğu tek kanal üzerinden seyrettiğimiz, yetersiz ama bir o kadar da lezzet bulduğumuz TV kültüründen bahsedeceğim..Televizyon yayınının belli saatler dahilinde yapıldığı, yayın olmadığı zamanlarda fondaki  “biiipppp” sesiyle beraber digital bir saat, çizgilerden, karelerden oluşan ve TRT logosunu gördüğümüz arka planlı günler.. Haa bu arada o arka planda yayının kaçta başlayacağını gösteren bir uyarı olurdu.   Evet, tek kanallı günlerde Televizyon yayının belli bir başlangıç ve kapanış saati olurdu. Açılış ve kapanışlar dört manga askerin Anıtkabir'de İstiklal marşı eşliğinde göndere bayrağımızı çekmesiyle olurdu. Atatürk'e, şanlı bayrağımıza ve İstiklalimize sevdalı kişiler olarak maaile evde ayağa kalkar öyle iştirak ederdik her gün yayınlanan törene..   1970-1980 yılları arasında her evde TV yoktu, televizyon kendi halimizde yaşadığımız bir dönemde aniden hayatımıza girdi ve Türk insanının alışkanlıklarını, yaşam tarzını, sosyal hayatını kalıcı bir şekilde değiştirdi. Artık televizyon olan evlere misafir olarak değil “Telesafir” olarak gidiyorduk. Önce birkaç yalandan muhabbet sonrasında beyaz camla buluşma.. Muhabbet beyaz camlı ekrana ilgiyle bakarken devam ediyordu tabi ama kimse kimsenin ne dediğini anlamıyordu..Ev sahibi de bu durumu biliyordu ama herkes bu durumdan memnundu. Biz o dönemde TV sahibi olmadığımızdan seyretmek için şu an ki Maltepe Parkına giderdik. Yüksekçe bir yere konmuş ve metalden özel bir koruması olan TV'nin karşısına kilimimizi, minderimizi atar, kâh çekirdek yiyerek, kâh çay ya da gazoz içerek seyrederdik. Parkın sahibi özenle gelir önce muhafazayı sonra da televizyonu açardı. Ondan başka kimsenin televizyona el sürmesi, sesini açması, (kanal değiştirmesi diyeceğim ama başka kanal yoktu) mümkün değildi. Daha sonraları yavaş yavaş evlere girmeye başladı, evde en hâkim yere konur, annelerimiz, bacılarımız illa ki üzerine bir dantel örerdi. Sonradan TV dolapları aldı yerini, üzerinde camlı vitrin ve altında dolap ya da çekmece olan, önüne konulan mavi plastik camla renkli olabileceğini düşündüğümüz dolaplar.. Televizyon arızalı olup tamire gidince de dolabın arkasından kafamızı çıkarıp haberleri sunar, sonrasında da “Şimdi de hava durumu” diyerek oyunlarımıza alet ederdik. Uzaktan kumanda demeyin o yoktu, sesini mi açıp kapayacaksın? Bir zahmet yerinizden kalkmanız icap ederdi. Genelde bu görevde evin en küçüğü olarak bir baş hareketiyle bize buyrulurdu. Uzaktan kumanda icat edildikten sonra ise evin babası ya da büyüğünün hegemonyası altına girdi ki değişen bir şey olmadı..   Perşembe günleri akşam haberleri öncesi “İnanç Dünyası” günüydü. Kur'an okunur, meali verilir peşi sıra ilahi ve hutbe dinlenirdi.. Cumartesi akşamları “Bu geceee, bu geceeee, biiiirrr başka geceee” zamanıydı. Haberlerden sonra başlar, bizlere müzik, eğlence, kahkahalarla dolu bir gece yaşatırlardı. Müzik belli kıstaslarda yayınlanırdı, öyle Ferdi baba, Orhan Baba, Müslüm Baba, Cem Karaca, Zülfü Livaneli olmazdı. Sonrasında haftada bir defa olmak üzere Türk filmleri yayınlanmaya başladı. Günün anlam ve önemine binaen de filmler seçilirdi. Milli bayramlarda ulusal kahramanlarımıza ithafen yapılmış filmler yayınlanırdı.   Pazar günleri yanılmıyorsam yayın saat 10 gibi başlıyordu ve genelde ilk program Lassie, Fury, Topak, Flipper gibi köpeklerin, atların, yunusların başrol olduğu filmlerdi. Daha sonra bu yayın kuşağında kovboy filmlerini görmeye başladık. Film bitti mi? Arkasından “Şef Hikmet Şimşek” yönetimindeki Pazar Konseri başlardı. 1 saatlik bir eziyetti klasik müzikle alakamız olmayan bizler için.. Ama bizler eziyeti fırsata çevirmekte ustaydık, o saatlerde ya banyo yapılır ya da ödev bitirilirdi. Aile üyeleri evin öteberisine bakardı, zinhar o konser dinlenmezdi. Konser sonrası ise akşam saatlerine kadar süren Cenk Koray'ın sunduğu Tele Kutu, Erkan Yolaç'lı “Evet/Hayır” yarışmalarının olduğu müzik eğlence ve skeçlerle dolu bir eğlence paketinin esiri olurduk. Stüdyoda Cenk Koray ile yarışmak için üzerinizde ya da çantanızda garip nesneler bulunması yeterdi. Bazen limon sorardı, bazen asma kilit, bazen abonman..   Aşk-ı Memnu'yu Kıvanç Tatlıtuğ ve Beren Saat'ten değil Salih Güney ve Müjde Ar'dan izledik. Çalıkuşu Feride'nin öğretmenlik için yaptığı fedakarlıkları ise Aydan Şener'den.. Kaynanalar dizisinde Nuri ve Nuriye Kantar çiftinden sonradan görmeliğin komik hallerini, kocası Timur'a sinirlendiğinde Tijen'in “Niiiiiiii niiiiiii” diye çığlıklarını izledik. Şimdiki nesil NBA maçlarını saat farkından dolayı izlemek için yataktan kalkarken, bizler sırf Muhammed adından dolayı 4'de uyanıp boks maçı seyrettik.    Açık Öğretim TV yayınlarında tombulca yanaklı, düz siyah saçlı kaküllü ablamız Zülal Balpınar ve ekürisi sarı bıyıklı Michael Smith'in yumuşacık ve zarif cümleleriyle İngilizce öğrendik. Onların birbirleriyle hafiften dalga geçmeleriyle neşelendik.   Küçük ev dizisi karakteri Mary'nin kör olmasıyla hep beraber ekran karşısında ağladık, Kökler dizisindeki Köle Kunta Kinte'nin adının zorla değiştirilmek istenmesine bu uğurda kırbaçlanmasına karşı çıktık ve her bir kırbaç darbesini sırtımızda hissettik. Hiçbirimiz Tobi olmadık, onunla beraber başkaldırdık ve haykırdık “Benim adım Kunta Kinte” diye..   Yeri geldi “Aşk Gemisi” nde yolculuk yaptık, Kaptan'ın ağırbaşlı ve karizmatik duruşuna hayran kaldık, yeri geldi geminin neşeli siyahi barmeni Ayzek'in esprilerine güldük. Arkadaşlarımıza “Ayzek” lakabını taktık. “Beyaz Gölge” dizisi sayesinde milyonlarca ekran başındaki genç Basketbol aşığı oldu. Türk Basketbolu bugün başarıdan başarıya koşuyorsa bu başarının yeşermesinde bu dizinin yayınlanmasının çok büyük önemi vardır.    Yılbaşı geceleri ise ekran bir başka cıvıl cıvıl olurdu. Assolist olarak günler öncesinden sanatçıların isimleri gündemde yer alırdı.. Merakla beklerdik çıkacak sanatçıyı.. Ya Bülent Ersoy olurdu, ya Zeki Müren, ya da Muazzez Abacı.. Orhan Gencebay ya da Ferdi Tayfur arada sırada özel izinle Yılbaşı ekranında olurdu. Bir yıl daha göremezdiniz onları ekranda. Tabi ki de saat 00.00'da herkes ekrana kilitlenirdi. Dansöz seyretmek için tüm ev halkı ekrana yaklaşırdı. Dedelerimizin, ninelerimizin lanetlemeleri eşliğinde izlenirdi. Büyüklerinden çekinenler anında kayboluverirdi odadan. Romalı Perihan, Nesrin Topkapı şimdiki tabirle zamanın gözdesi oryantellerdi.   Sadece dünyalıları değil, kaptanın seyir defteri yıl bilmem kaç diye başlayan Uzay Yolu dizisinde Mistır Spak'ı, başka dünyalardan gelen çirkin yaratık Alf'i bile sevdik. Burnunu oynatınca her şeyi değiştiren, süpürgesine binip evinden uçarak ayrılan Tatlı Cadı Sementa'yla mutlu olduk.   Komiser Kolombo'nun eski püskü paltosunu ve hırpani görünümünü, olayları çözmekteki ustalığını ve bunu hiç hissettirmemesini, Dallas dizisinde Ceyar'ın kötülüklerini, Sue Ellen'ın aşklarını ve alkole bağımlılığını izledik. Ceyar'ı ofisinden çıkarken vurdular aylarca her yerde kimin vurduğunu konuştuk. Çevremizdeki kötü insanlara “Ceyar” lakabını taktık. Zengin ve Yoksul dizisindeki “Falkonetti” gözümüzde dünyanın en kötü ve çirkin insanıydı sanki.. Ama gördük ki Ceyar'da Falkonetti'de bugünün insanlarının yanında melekmiş meğer..   Velhasıl her türlü yokluk ve sadelik içinde güzel yıllardı. O yıllara dair özlemimizi hep içimizde yaşayacağız, geçmişimiz bir akarsu gibi aktııı geçti, geri dönüşü yok. Parmak izlerimiz dokunduğumuz hayatımızda her daim olacaktır.    Sürç-i lisan ettim ise affola..   Sağlıkla kalın..

Mazi Kalbimde Yaradır

Çağımız malum her açıdan zenginlik çağı.. Zenginlikten kastım çeşitlilik ve sonsuz seçenekler..Evde TV karşısına geçince envai çeşit filmler, belgeseller, diziler, müzik programları karşılıyor bizi. Yüzlerce televizyon kanalına ilaveten bir sürü de internet üzerinden yayın yapan medya kuruluşları var. Yok, yok.. İlginizi ne çekiyorsa, ruh haliniz neye uygunsa seçip izliyorsunuz. 

 

Ben sizi biraz gerilere götüreceğim, sizlerle beraber anılara, eski yıllara nostaljik bir seyahat yapacağız. Belli bir yaşın üzerinde olanlar eminim bu seyahatten hoşnut olacaklar, bazısı da “Ne anlatıyor bu arkadaş” diyecektir, eminim.. 70'li yıllarla 2000'li yıllar arasındaki çoğu tek kanal üzerinden seyrettiğimiz, yetersiz ama bir o kadar da lezzet bulduğumuz TV kültüründen bahsedeceğim..Televizyon yayınının belli saatler dahilinde yapıldığı, yayın olmadığı zamanlarda fondaki  “biiipppp” sesiyle beraber digital bir saat, çizgilerden, karelerden oluşan ve TRT logosunu gördüğümüz arka planlı günler.. Haa bu arada o arka planda yayının kaçta başlayacağını gösteren bir uyarı olurdu.

 

Evet, tek kanallı günlerde Televizyon yayının belli bir başlangıç ve kapanış saati olurdu. Açılış ve kapanışlar dört manga askerin Anıtkabir'de İstiklal marşı eşliğinde göndere bayrağımızı çekmesiyle olurdu. Atatürk'e, şanlı bayrağımıza ve İstiklalimize sevdalı kişiler olarak maaile evde ayağa kalkar öyle iştirak ederdik her gün yayınlanan törene..

 

1970-1980 yılları arasında her evde TV yoktu, televizyon kendi halimizde yaşadığımız bir dönemde aniden hayatımıza girdi ve Türk insanının alışkanlıklarını, yaşam tarzını, sosyal hayatını kalıcı bir şekilde değiştirdi. Artık televizyon olan evlere misafir olarak değil “Telesafir” olarak gidiyorduk. Önce birkaç yalandan muhabbet sonrasında beyaz camla buluşma.. Muhabbet beyaz camlı ekrana ilgiyle bakarken devam ediyordu tabi ama kimse kimsenin ne dediğini anlamıyordu..Ev sahibi de bu durumu biliyordu ama herkes bu durumdan memnundu. Biz o dönemde TV sahibi olmadığımızdan seyretmek için şu an ki Maltepe Parkına giderdik. Yüksekçe bir yere konmuş ve metalden özel bir koruması olan TV'nin karşısına kilimimizi, minderimizi atar, kâh çekirdek yiyerek, kâh çay ya da gazoz içerek seyrederdik. Parkın sahibi özenle gelir önce muhafazayı sonra da televizyonu açardı. Ondan başka kimsenin televizyona el sürmesi, sesini açması, (kanal değiştirmesi diyeceğim ama başka kanal yoktu) mümkün değildi. Daha sonraları yavaş yavaş evlere girmeye başladı, evde en hâkim yere konur, annelerimiz, bacılarımız illa ki üzerine bir dantel örerdi. Sonradan TV dolapları aldı yerini, üzerinde camlı vitrin ve altında dolap ya da çekmece olan, önüne konulan mavi plastik camla renkli olabileceğini düşündüğümüz dolaplar.. Televizyon arızalı olup tamire gidince de dolabın arkasından kafamızı çıkarıp haberleri sunar, sonrasında da “Şimdi de hava durumu” diyerek oyunlarımıza alet ederdik. Uzaktan kumanda demeyin o yoktu, sesini mi açıp kapayacaksın? Bir zahmet yerinizden kalkmanız icap ederdi. Genelde bu görevde evin en küçüğü olarak bir baş hareketiyle bize buyrulurdu. Uzaktan kumanda icat edildikten sonra ise evin babası ya da büyüğünün hegemonyası altına girdi ki değişen bir şey olmadı..

 

Perşembe günleri akşam haberleri öncesi “İnanç Dünyası” günüydü. Kur'an okunur, meali verilir peşi sıra ilahi ve hutbe dinlenirdi.. Cumartesi akşamları “Bu geceee, bu geceeee, biiiirrr başka geceee” zamanıydı. Haberlerden sonra başlar, bizlere müzik, eğlence, kahkahalarla dolu bir gece yaşatırlardı. Müzik belli kıstaslarda yayınlanırdı, öyle Ferdi baba, Orhan Baba, Müslüm Baba, Cem Karaca, Zülfü Livaneli olmazdı. Sonrasında haftada bir defa olmak üzere Türk filmleri yayınlanmaya başladı. Günün anlam ve önemine binaen de filmler seçilirdi. Milli bayramlarda ulusal kahramanlarımıza ithafen yapılmış filmler yayınlanırdı.

 

Pazar günleri yanılmıyorsam yayın saat 10 gibi başlıyordu ve genelde ilk program Lassie, Fury, Topak, Flipper gibi köpeklerin, atların, yunusların başrol olduğu filmlerdi. Daha sonra bu yayın kuşağında kovboy filmlerini görmeye başladık. Film bitti mi? Arkasından “Şef Hikmet Şimşek” yönetimindeki Pazar Konseri başlardı. 1 saatlik bir eziyetti klasik müzikle alakamız olmayan bizler için.. Ama bizler eziyeti fırsata çevirmekte ustaydık, o saatlerde ya banyo yapılır ya da ödev bitirilirdi. Aile üyeleri evin öteberisine bakardı, zinhar o konser dinlenmezdi. Konser sonrası ise akşam saatlerine kadar süren Cenk Koray'ın sunduğu Tele Kutu, Erkan Yolaç'lı “Evet/Hayır” yarışmalarının olduğu müzik eğlence ve skeçlerle dolu bir eğlence paketinin esiri olurduk. Stüdyoda Cenk Koray ile yarışmak için üzerinizde ya da çantanızda garip nesneler bulunması yeterdi. Bazen limon sorardı, bazen asma kilit, bazen abonman..

 

Aşk-ı Memnu'yu Kıvanç Tatlıtuğ ve Beren Saat'ten değil Salih Güney ve Müjde Ar'dan izledik. Çalıkuşu Feride'nin öğretmenlik için yaptığı fedakarlıkları ise Aydan Şener'den.. Kaynanalar dizisinde Nuri ve Nuriye Kantar çiftinden sonradan görmeliğin komik hallerini, kocası Timur'a sinirlendiğinde Tijen'in “Niiiiiiii niiiiiii” diye çığlıklarını izledik. Şimdiki nesil NBA maçlarını saat farkından dolayı izlemek için yataktan kalkarken, bizler sırf Muhammed adından dolayı 4'de uyanıp boks maçı seyrettik. 

 

Açık Öğretim TV yayınlarında tombulca yanaklı, düz siyah saçlı kaküllü ablamız Zülal Balpınar ve ekürisi sarı bıyıklı Michael Smith'in yumuşacık ve zarif cümleleriyle İngilizce öğrendik. Onların birbirleriyle hafiften dalga geçmeleriyle neşelendik.

 

Küçük ev dizisi karakteri Mary'nin kör olmasıyla hep beraber ekran karşısında ağladık, Kökler dizisindeki Köle Kunta Kinte'nin adının zorla değiştirilmek istenmesine bu uğurda kırbaçlanmasına karşı çıktık ve her bir kırbaç darbesini sırtımızda hissettik. Hiçbirimiz Tobi olmadık, onunla beraber başkaldırdık ve haykırdık “Benim adım Kunta Kinte” diye..

 

Yeri geldi “Aşk Gemisi” nde yolculuk yaptık, Kaptan'ın ağırbaşlı ve karizmatik duruşuna hayran kaldık, yeri geldi geminin neşeli siyahi barmeni Ayzek'in esprilerine güldük. Arkadaşlarımıza “Ayzek” lakabını taktık. “Beyaz Gölge” dizisi sayesinde milyonlarca ekran başındaki genç Basketbol aşığı oldu. Türk Basketbolu bugün başarıdan başarıya koşuyorsa bu başarının yeşermesinde bu dizinin yayınlanmasının çok büyük önemi vardır. 

 

Yılbaşı geceleri ise ekran bir başka cıvıl cıvıl olurdu. Assolist olarak günler öncesinden sanatçıların isimleri gündemde yer alırdı.. Merakla beklerdik çıkacak sanatçıyı.. Ya Bülent Ersoy olurdu, ya Zeki Müren, ya da Muazzez Abacı.. Orhan Gencebay ya da Ferdi Tayfur arada sırada özel izinle Yılbaşı ekranında olurdu. Bir yıl daha göremezdiniz onları ekranda. Tabi ki de saat 00.00'da herkes ekrana kilitlenirdi. Dansöz seyretmek için tüm ev halkı ekrana yaklaşırdı. Dedelerimizin, ninelerimizin lanetlemeleri eşliğinde izlenirdi. Büyüklerinden çekinenler anında kayboluverirdi odadan. Romalı Perihan, Nesrin Topkapı şimdiki tabirle zamanın gözdesi oryantellerdi.

 

Sadece dünyalıları değil, kaptanın seyir defteri yıl bilmem kaç diye başlayan Uzay Yolu dizisinde Mistır Spak'ı, başka dünyalardan gelen çirkin yaratık Alf'i bile sevdik. Burnunu oynatınca her şeyi değiştiren, süpürgesine binip evinden uçarak ayrılan Tatlı Cadı Sementa'yla mutlu olduk.

 

Komiser Kolombo'nun eski püskü paltosunu ve hırpani görünümünü, olayları çözmekteki ustalığını ve bunu hiç hissettirmemesini, Dallas dizisinde Ceyar'ın kötülüklerini, Sue Ellen'ın aşklarını ve alkole bağımlılığını izledik. Ceyar'ı ofisinden çıkarken vurdular aylarca her yerde kimin vurduğunu konuştuk. Çevremizdeki kötü insanlara “Ceyar” lakabını taktık. Zengin ve Yoksul dizisindeki “Falkonetti” gözümüzde dünyanın en kötü ve çirkin insanıydı sanki.. Ama gördük ki Ceyar'da Falkonetti'de bugünün insanlarının yanında melekmiş meğer..

 

Velhasıl her türlü yokluk ve sadelik içinde güzel yıllardı. O yıllara dair özlemimizi hep içimizde yaşayacağız, geçmişimiz bir akarsu gibi aktııı geçti, geri dönüşü yok. Parmak izlerimiz dokunduğumuz hayatımızda her daim olacaktır. 

 

Sürç-i lisan ettim ise affola..

 

Sağlıkla kalın..

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Diğer Yazıları

Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.