Esra GÜREL ŞEN
Köşe Yazarı
Esra GÜREL ŞEN
 

Yol

Ayağımın kırıldığını önceki yazımdan biliyorsunuz dostlar. İşte bu bedensel rahatsızlık nedeniyle birkaç haftadır İstanbul’dayım. Kaldığım ev kocaman bir sitede öyle ki nüfusu küçük bir kasaba kadar. Dikkat edin kasaba diyorum köy değil. Bu ve buna benzer sitelerde olduğu gibi içinde marketinden spor tesislerine, kreşinden çocuk bahçelerine hatta havuza kadar her şey var. Siteye aşırı güvenlikli bir kapıdan desturla giriyorsunuz. Desturun adı Giriş Kartı oluyor burada. Eğer kartınız yoksa yandınız çünkü arabalı ya da arabasız fark etmez gitmek istediğiniz daire sizi tanıdığını ve gelmenizde bir sakınca olmadığını söyleyene kadar güvenlik kulübesinin önünde ağaç olacaksınız. Sitede yaşayanların gelir dağılımı, politik görüşleri, dünyaya bakışları birbirine benzer. Kimse kimseyi bakışlarıyla, sözleriyle, davranışlarıyla rahatsız etmiyor. İnsanlar birbirlerine saygılı ve yardımsever. Küçük, izole ve mutlu bir topluluk burada yaşayanlar ta ki güvenliğin koruduğu ana kapıdan çıkana kadar. Dışarıda büyük şehrin büyük hayatı onları bekliyor. Bunları size şu nedenle anlattım. Bu site uzun zamandır toplumumuzda başlayan ayrışma ve gettolaşmanın vücut bulmuş hali gibi. Sitenin güvenlik kulübelerinin önünden bir yol geçiyor. Yol dedimse öyle otoyol filan zannetmeyin bizim Cumhuriyet caddesinden hallice bir yol işte. Yolun sitenin olduğu tarafında tıpkı buna benzer yan yana sıralanmış başka siteler var. Hepsi önünde güvenlikler, kameralar, etraflarında duvarlar hatta bazılarında duvarların üzerinde dikenli teller ile kendilerini yaşadıkları şehirden izole etmeye çalışan küçük yerleşim birimleri. Yolun karşı tarafında ise küçük sokakların birbirine bağladığı üç dört katlı evlerin ki pek çoğu gecekondudan bozulup gecepartman olmuş biçimsiz apartmanlardan, birbirinin içine girmiş dükkanlardan ve bunların arasına belediyecilik hizmeti olarak kondurulmuş üç beş bank ve plastik çocuk bahçeleri olan parklardan ve elbette olmazsa olmaz en az iki AVM’ den oluşan kalabalık bir semt var. Buradaki insanlara baktığımda kaybolmuşlar gibi geliyor bana çünkü İstanbullu değiller ama artık kendi memleketlerinden olmadıkları da çok açık. Kendi memleketleri onlar için kışlık yiyeceklerini temin ettikleri nostaljik mekanlar artık. Eminim çok seviyorlardır köylerini, kasabalarını, şehirlerini. Gittiklerinde çok mutlu oluyor, nefes aldıklarını hissediyor ve sevinç duyuyorlardır ama sonunda yine koşa koşa içinde çırpındıkları İstanbul denizine dönüyorlar. Çünkü ekmek burada, çocukları için gelecek burada, yaşamak için başka çare yok. Böyle ezberletilmiş ve böyle yaşamaları için kurulmuş tuzaklar. Kurtuluş o debelendikleri denizin içinde biraz daha iyi yüzmeyi başarıp yolu geçmek ve karşıki sitelerden kendine benzeyenlerin yaşadığı herhangi birine ulaşabilmek. Sadece siteler ya da kaybolmuş mahalleler değil ayrışmayı ve gettolaşmayı yaratan. Elbette ekonomik durum çok belirleyici bir etken fakat dikkat ediyorum son yıllarda hepimiz kendimiz gibi olanlarla birlikte olmayı tercih etmeye başladık. Öyle ki bu tercihler dünyaya bakışımızdan ekonomik durumumuza, politik anlayışlarımızdan dindarlığımıza kadar daralabiliyor. Bize benzer insanlarla birlikte olmak istiyoruz. Farklılıklara tahammülümüz azalıyor. Bu azalış beraberinde senin gibi olmayanı reddetmeye ondan çekinmeye hatta korkmaya ve düşmanlığa kadar varıyor.  Anlamak, kabul etmek, hoş görmek gibi hasletlerimiz küçülüyor. Oysa bizler eskiden böyle miydik? Zengini, fakiri, mühendisi, doktoru, hastası, yaşlısı hepimiz aynı mahallede oturur, aynı okullara gider aynı sokaklarda oynardık. Kökenimiz neymiş, hangi dindenmişiz ya da ne kadar dindarmışız, hangimiz içki içer hangimiz camiye gider dikkat etmeden yaşardık. Şimdi olduğu gibi çeşit çeşit özel okullar, özel hastaneler öyle dev gibi marketler ya da AVM’ler yoktu. İlkokula, bütün komşu çocuklarıyla beraber evimize en yakın okulda başlar, semtimizin lisesinde okur üniversiteyi kazanırsak mahallemizin gururu olarak uğurlanırdık. Hastalanınca gideceğimiz yer belliydi ya mahallemizdeki doktor amca muayene ederdi ya da onun gönderdiği Devlet Hastanesi ki doktorlar. Market sokağımızdaki bakkal, AVM az ilerideki caddede sıralanmış dükkanlardı. En kapsamlı alışveriş merkezi Sümerbank, en şık kafe okulun az ilerisindeki pastaneydi. Bu iyiydi çünkü böylece herkes birbirini tanır, birlikte yaşamayı öğrenir zorluklarla ya da hayatın getirdikleriyle birlikte mücadele ederdi. Paylaşırdı insanlar varlığı da yokluğu da paylaşırlardı acıyı da sevinci de. Hayat güçlü devam ederdi çünkü ne zaman biri düşse onu kaldıracak pek çok kol uzanırdı etrafından. Şimdi öyle mi ya? Karşı karşı semtlerde, birbirine bakan ama görmeyen evlerde, farklı hayatlarda birbirinden korkarak yaşıyor insanlar.   Anadolu daha şanslı bu konuda. En azından daha yavaş ilerliyor bu ayrışma.  Hâlâ birlikte yaşayabildiğimiz mahallelerimiz, bizim gibi düşünmese, bizim gibi yaşamasa da evlerine girip çıkabildiğimiz komşularımız var. Sevgimiz, birlik duygumuz ve geleneklerimiz bizi henüz terk etmedi. Büyük şehirler maalesef gruplaşmaların ve kopmaların merkezleri durumundalar.  Bu gettolaşma ve farklılıklara duyulan öfke içimize plansız programsız doldurulanlarla daha da artıyor ve küçük şehirlerimize kadar ulaşıyor. Son yıllarda hızla artan bu sosyal bozuşmanın Türk toplumundaki birlik ve beraberlik çimentosunu parçalayıp millet olgusunu bambaşka bir şeye evirerek diledikleri gibi yönetme arzusunda olanların bir projesi olduğunu düşünüyorum. Erk sahiplerinin kendi oy potansiyelleri ve insanları yönetme değil gütme arzuları bu ayrışmaları özellikle din argümanlarını kullanarak körüklüyor. Korkarım pandemi ve ekonomideki hızlı kötüye gidiş düzelmediği müddetçe korkularımız ve kendi sığınaklarımızı yaratma arzumuz çoğalacak. Bunu yenebilecek tek şey bence genlerimizde olan insan sevgisi, birlik düşüncesi ve paylaşma geleneği.  Birlik her konuda aynı düşünüp aynı yaşamak demek olmamalı. Biz, farklı olmaktan gurur duyan ve farklılıklarımızdan güç alan bir millet olduk her zaman. Benzerlerimizle kendi kabuğumuza çekilip gettolarımızı oluşturmak bizi yalnızlaştıracaktır. Bunu önlemek en kolay eğitimle başarılabilir. Öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz. Eğitimde ısrarcı olmalı, parlamenter bir sistemle yönetilme arzumuzdan hiçbir koşulda vaz geçmemeli ve bizi yönetenlerin oralara oylarımızla geldikleri gerçeğini unutmamalıyız. Bizden topladıkları vergilerle şaşalı hayatlar yaşayıp, bu hayatlarını sürdürebilmek uğruna farklılıkları sivriltip toplumumuzu cahil ve birbirine düşman gruplar haline getirmeye kimsenin hakkı yok. Böl ve yönet taktiğinin oyununa gelmeden Türk insanının ayrışma konusunda kendine kurulan tuzağı kısa zamanda fark edip birlik ve düzenine döneceğine inanıyorum. Yoksa, çocuklarımızın distopik bir gelecekte birbirinden ayrışmış ve düşman topluluklar olarak yaşamaları işten bile değil. Ne istediğimize karar vermenin ve damarlarımızda akan asil kana müracaat etmenin vakti gelmiştir. Çok karamsarsın böyle şeyler ancak filmlerde olur diyorsanız unutmayalım bir zamanlar şu anda sokağa çıkarken taktığımız maskeleri de yalnızca salgın filmlerinde takıyorlardı. Düşünüp sorgulayarak farklılıkları anlama ve kabullenmeyle başlayıp toplumumuz üzerinde oynanan oyunları bozabiliriz. Sadece felaket anlarında değil hayatlarımızın her noktasında yardımlaşma, paylaşma ve kaynaşmayla devam etmek beraberinde tıpkı eskiden olduğu gibi, büyük küçük bütün yerleşim birimlerinde dayanışmayı ve yıkılmaz birliği geri getirecektir. Yollar bizi ayıran sınırlar olma ıstırabından kurtulup birbirimize ulaştıran gerçek görevlerine kavuşacaklardır. Güzel günler yaşamanız dileğiyle esen kalın.  

Yol

Ayağımın kırıldığını önceki yazımdan biliyorsunuz dostlar. İşte bu bedensel rahatsızlık nedeniyle birkaç haftadır İstanbul’dayım. Kaldığım ev kocaman bir sitede öyle ki nüfusu küçük bir kasaba kadar. Dikkat edin kasaba diyorum köy değil. Bu ve buna benzer sitelerde olduğu gibi içinde marketinden spor tesislerine, kreşinden çocuk bahçelerine hatta havuza kadar her şey var. Siteye aşırı güvenlikli bir kapıdan desturla giriyorsunuz. Desturun adı Giriş Kartı oluyor burada. Eğer kartınız yoksa yandınız çünkü arabalı ya da arabasız fark etmez gitmek istediğiniz daire sizi tanıdığını ve gelmenizde bir sakınca olmadığını söyleyene kadar güvenlik kulübesinin önünde ağaç olacaksınız. Sitede yaşayanların gelir dağılımı, politik görüşleri, dünyaya bakışları birbirine benzer. Kimse kimseyi bakışlarıyla, sözleriyle, davranışlarıyla rahatsız etmiyor. İnsanlar birbirlerine saygılı ve yardımsever. Küçük, izole ve mutlu bir topluluk burada yaşayanlar ta ki güvenliğin koruduğu ana kapıdan çıkana kadar. Dışarıda büyük şehrin büyük hayatı onları bekliyor.

Bunları size şu nedenle anlattım. Bu site uzun zamandır toplumumuzda başlayan ayrışma ve gettolaşmanın vücut bulmuş hali gibi.

Sitenin güvenlik kulübelerinin önünden bir yol geçiyor. Yol dedimse öyle otoyol filan zannetmeyin bizim Cumhuriyet caddesinden hallice bir yol işte. Yolun sitenin olduğu tarafında tıpkı buna benzer yan yana sıralanmış başka siteler var. Hepsi önünde güvenlikler, kameralar, etraflarında duvarlar hatta bazılarında duvarların üzerinde dikenli teller ile kendilerini yaşadıkları şehirden izole etmeye çalışan küçük yerleşim birimleri. Yolun karşı tarafında ise küçük sokakların birbirine bağladığı üç dört katlı evlerin ki pek çoğu gecekondudan bozulup gecepartman olmuş biçimsiz apartmanlardan, birbirinin içine girmiş dükkanlardan ve bunların arasına belediyecilik hizmeti olarak kondurulmuş üç beş bank ve plastik çocuk bahçeleri olan parklardan ve elbette olmazsa olmaz en az iki AVM’ den oluşan kalabalık bir semt var. Buradaki insanlara baktığımda kaybolmuşlar gibi geliyor bana çünkü İstanbullu değiller ama artık kendi memleketlerinden olmadıkları da çok açık. Kendi memleketleri onlar için kışlık yiyeceklerini temin ettikleri nostaljik mekanlar artık. Eminim çok seviyorlardır köylerini, kasabalarını, şehirlerini. Gittiklerinde çok mutlu oluyor, nefes aldıklarını hissediyor ve sevinç duyuyorlardır ama sonunda yine koşa koşa içinde çırpındıkları İstanbul denizine dönüyorlar. Çünkü ekmek burada, çocukları için gelecek burada, yaşamak için başka çare yok. Böyle ezberletilmiş ve böyle yaşamaları için kurulmuş tuzaklar. Kurtuluş o debelendikleri denizin içinde biraz daha iyi yüzmeyi başarıp yolu geçmek ve karşıki sitelerden kendine benzeyenlerin yaşadığı herhangi birine ulaşabilmek.

Sadece siteler ya da kaybolmuş mahalleler değil ayrışmayı ve gettolaşmayı yaratan. Elbette ekonomik durum çok belirleyici bir etken fakat dikkat ediyorum son yıllarda hepimiz kendimiz gibi olanlarla birlikte olmayı tercih etmeye başladık. Öyle ki bu tercihler dünyaya bakışımızdan ekonomik durumumuza, politik anlayışlarımızdan dindarlığımıza kadar daralabiliyor. Bize benzer insanlarla birlikte olmak istiyoruz. Farklılıklara tahammülümüz azalıyor. Bu azalış beraberinde senin gibi olmayanı reddetmeye ondan çekinmeye hatta korkmaya ve düşmanlığa kadar varıyor.  Anlamak, kabul etmek, hoş görmek gibi hasletlerimiz küçülüyor.

Oysa bizler eskiden böyle miydik? Zengini, fakiri, mühendisi, doktoru, hastası, yaşlısı hepimiz aynı mahallede oturur, aynı okullara gider aynı sokaklarda oynardık. Kökenimiz neymiş, hangi dindenmişiz ya da ne kadar dindarmışız, hangimiz içki içer hangimiz camiye gider dikkat etmeden yaşardık. Şimdi olduğu gibi çeşit çeşit özel okullar, özel hastaneler öyle dev gibi marketler ya da AVM’ler yoktu. İlkokula, bütün komşu çocuklarıyla beraber evimize en yakın okulda başlar, semtimizin lisesinde okur üniversiteyi kazanırsak mahallemizin gururu olarak uğurlanırdık. Hastalanınca gideceğimiz yer belliydi ya mahallemizdeki doktor amca muayene ederdi ya da onun gönderdiği Devlet Hastanesi ki doktorlar. Market sokağımızdaki bakkal, AVM az ilerideki caddede sıralanmış dükkanlardı. En kapsamlı alışveriş merkezi Sümerbank, en şık kafe okulun az ilerisindeki pastaneydi. Bu iyiydi çünkü böylece herkes birbirini tanır, birlikte yaşamayı öğrenir zorluklarla ya da hayatın getirdikleriyle birlikte mücadele ederdi. Paylaşırdı insanlar varlığı da yokluğu da paylaşırlardı acıyı da sevinci de. Hayat güçlü devam ederdi çünkü ne zaman biri düşse onu kaldıracak pek çok kol uzanırdı etrafından. Şimdi öyle mi ya? Karşı karşı semtlerde, birbirine bakan ama görmeyen evlerde, farklı hayatlarda birbirinden korkarak yaşıyor insanlar.  

Anadolu daha şanslı bu konuda. En azından daha yavaş ilerliyor bu ayrışma.  Hâlâ birlikte yaşayabildiğimiz mahallelerimiz, bizim gibi düşünmese, bizim gibi yaşamasa da evlerine girip çıkabildiğimiz komşularımız var. Sevgimiz, birlik duygumuz ve geleneklerimiz bizi henüz terk etmedi. Büyük şehirler maalesef gruplaşmaların ve kopmaların merkezleri durumundalar.  Bu gettolaşma ve farklılıklara duyulan öfke içimize plansız programsız doldurulanlarla daha da artıyor ve küçük şehirlerimize kadar ulaşıyor. Son yıllarda hızla artan bu sosyal bozuşmanın Türk toplumundaki birlik ve beraberlik çimentosunu parçalayıp millet olgusunu bambaşka bir şeye evirerek diledikleri gibi yönetme arzusunda olanların bir projesi olduğunu düşünüyorum.

Erk sahiplerinin kendi oy potansiyelleri ve insanları yönetme değil gütme arzuları bu ayrışmaları özellikle din argümanlarını kullanarak körüklüyor. Korkarım pandemi ve ekonomideki hızlı kötüye gidiş düzelmediği müddetçe korkularımız ve kendi sığınaklarımızı yaratma arzumuz çoğalacak. Bunu yenebilecek tek şey bence genlerimizde olan insan sevgisi, birlik düşüncesi ve paylaşma geleneği.  Birlik her konuda aynı düşünüp aynı yaşamak demek olmamalı. Biz, farklı olmaktan gurur duyan ve farklılıklarımızdan güç alan bir millet olduk her zaman. Benzerlerimizle kendi kabuğumuza çekilip gettolarımızı oluşturmak bizi yalnızlaştıracaktır. Bunu önlemek en kolay eğitimle başarılabilir. Öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz. Eğitimde ısrarcı olmalı, parlamenter bir sistemle yönetilme arzumuzdan hiçbir koşulda vaz geçmemeli ve bizi yönetenlerin oralara oylarımızla geldikleri gerçeğini unutmamalıyız. Bizden topladıkları vergilerle şaşalı hayatlar yaşayıp, bu hayatlarını sürdürebilmek uğruna farklılıkları sivriltip toplumumuzu cahil ve birbirine düşman gruplar haline getirmeye kimsenin hakkı yok. Böl ve yönet taktiğinin oyununa gelmeden Türk insanının ayrışma konusunda kendine kurulan tuzağı kısa zamanda fark edip birlik ve düzenine döneceğine inanıyorum. Yoksa, çocuklarımızın distopik bir gelecekte birbirinden ayrışmış ve düşman topluluklar olarak yaşamaları işten bile değil. Ne istediğimize karar vermenin ve damarlarımızda akan asil kana müracaat etmenin vakti gelmiştir. Çok karamsarsın böyle şeyler ancak filmlerde olur diyorsanız unutmayalım bir zamanlar şu anda sokağa çıkarken taktığımız maskeleri de yalnızca salgın filmlerinde takıyorlardı.

Düşünüp sorgulayarak farklılıkları anlama ve kabullenmeyle başlayıp toplumumuz üzerinde oynanan oyunları bozabiliriz. Sadece felaket anlarında değil hayatlarımızın her noktasında yardımlaşma, paylaşma ve kaynaşmayla devam etmek beraberinde tıpkı eskiden olduğu gibi, büyük küçük bütün yerleşim birimlerinde dayanışmayı ve yıkılmaz birliği geri getirecektir. Yollar bizi ayıran sınırlar olma ıstırabından kurtulup birbirimize ulaştıran gerçek görevlerine kavuşacaklardır.

Güzel günler yaşamanız dileğiyle esen kalın.

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.