Esra GÜREL ŞEN
Köşe Yazarı
Esra GÜREL ŞEN
 

Liseli

Bu haftadan itibaren on beş günde bir yazılarımla bu sütunlarda olacağım. İlk yazım “Liseli” ile sizlere merhaba diyorum.   1972 yılının ağustos ayında annemle gittiğim terziden heyecan içinde çıkmıştım. Cumhuriyet caddesindeki Kahraman amcanın dükkanından alınmış gördüğüm en çirkin gri renkte pantolonluk kumaştan, (annem öyle diyordu yoksa o kumaştan pantolon olur mu olmaz mı ben bilmezdim,) önü çift sıra pilili, boyu, günün mini etek modasının aksine dizden dört parmak aşağıda bir etek, erkek takımlarının yeleklerine benzer kruvaze bir yelek ve bedenime hiç oturmayan berbat bir ceket siparişi vermiştik. Peki neydi bu kadar beğenmediğim ama bir o kadar da beni heyecanlandıran kıyafet? Elbette lise forması. O yıl Taş Mektep' de okuduğum ortaokuldan mezun olmuştum. Hiç vakit kaybetmeden de Taş Mektep' e eklenti olarak yapılmış aynı bahçe içindeki yeni binaya yani Kütahya Lisesi'ne kaydımı yaptırmıştım. Çocukluk günlerim sona ermişti. Artık liseli bir genç kız olarak devam edecektim hayatıma.    Kütahyalı olan ya da lise yıllarını Kütahya'da yaşamış pek çoklarımızın böyle anıları vardır eminim. Benim yetmişli yıllardan hatırladıklarımın başında okulun merdivenlerine sıralanmış öğretmenlerimiz ve onların gözetiminde söylediğimiz İstiklal Marşları gelir. Sesleri yeni yeni olgunlaşan bizler bayrağımız göndere çekilirken hep bir ağızdan, yürekten inanarak haykırırdık.    “Korkma Sönmez bu şafaklarda yüzen Alsancak, Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.”   Pazartesi sabahlarının tek etkinliği İstiklal Marşı ve bayrak töreni değildi elbette. Yeni binadaki sınıflarımıza gidebilmek için mutlaka Müdürümüz Mehmet Bey ve Müdür Yardımcımız Necla hanımın önlerinden geçmek zorundaydık. Bu, resmi geçit sırasında bazı arkadaşlarımız saçlarının boyu ya da kıyafetlerinin uygun olmayışı nedeniyle yolları kesilip geri döndürülürlerdi. Derslere giremeyip yok yazıldıkları yetmezmiş gibi işittikleri azar da yanlarına kâr kalırdı.   Kurallara uymayı öğreniyorduk.   Sınıflarımız kırk kırk beş kişilik mevcutlarına rağmen geniş aydınlık sınıflardı. Kocaman pencerelerinden içeriye dolan güneş kışın ısıtır, baharda sevindirirdi. Bazen de yaramazlıklarımıza alet olup küçük aynalarla sokaktan geçenlerin gözlerine tutulur ceza almamıza sebep olurdu. Aslında yaramazlığı bir kişi yapardı fakat öğretmenlerimiz asla kim olduğunu öğrenemezdi. O yüzden sınıfça ceza alırdık. Celal beyin yüzüne korkarak bakarken;   Sadakati öğreniyorduk.   Sanat tarihi dersleri bütün sınıfın en sevdiği dersti. Bu sevgide sevgili öğretmenimiz Muazzez hanımın etkisi büyüktü tabii. Tarihin çeşitli zamanlarında insanın yaptığı şaheserleri öğretmenimizin eşsiz anlatımından dinlemek sınıfça hepimizi mutlu ederdi. Michelangelo' nun da Vinci' nin, Aristotales'in dünyasında gezinirken;   Hayal gücünü öğreniyorduk. Kimya ve Fizik derslerinde formüllerin arasında kaybolup, ah o hiç bitmeyen matematik derslerinde hayatın denklemini ararken;   Varoluşumuzun sırlarını öğreniyorduk.   Edebiyat dersleri sizleri bilmem ama benim için en güzel zamanlardı. Çocukluğumda masallarla başlayan tutkum divan edebiyatı, halk edebiyatı derken günümüz yazarlarıyla devam etti. Şeyhi, Fuzuli, Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Akif Ersoy, Cahit Sıtkı Tarancı ve elbette Orhan Veli, Sait Faik girdi düşlerime. Kısacık anlatılırken büyük merak uyandırılan Nazım Hikmet'i ise öğrenmeye çalışıyorduk   Öncesinde Müberra Hanım sonrasında sevgili Necla hanım olmasalardı bu isimler aklıma ve ruhuma bu kadar nüfus edemezlerdi. Her zaman sade ve şık giysileri bakımlı halleri kibar ve yumuşak tavırları ile bize uyguladıkları disiplini nasıl gerçekleştirdiklerini hep düşünmüşümdür. Hiç kötü söz söylemez hiç seslerini yükseltmezlerdi ama biz onlardan çekinir bir o kadar da severdik.   Zarafeti ve disiplini öğreniyorduk.   Eminim yolu Kütahya Lisesinden geçen herkesin bir spor salonu hatırası vardır. Hani benim zamanımda tavanından kocaman bir halat sarkan salon. Karşı duvarındaki sahnesi ile ufak bir değişiklikle gösteri salonu haline dönüşebilen salon. Bir de denge aleti vardı bu salonda. Beden eğitimi dersine katılan erkek öğrencilerin halatı tırmanması kızların ise denge aletinde yürümesi zorunlu idi ancak ben yürüyemezdim. Öğretmenimiz Cevdet Bey sonunda benden ümidi kesip denge aletinin üzerinde yürürken arkadaşlarımın elimden tutmasına izin vermişti. Sonradan öğrendim ki halatı tırmanamayanlara da benzer kolaylıklar gösterirmiş.   Hoşgörüyü öğreniyorduk.   Söz konusu salonda o yıllarda “çay” adı verilen sazlı sözlü toplantılar düzenlerdik. Formalarımızla katılacağımızı bilsek bile günler öncesinden başlardı süslenmelerimiz. Ya her yıl tiyatro kolunun sergilediği oyunlar? İkisin de ben de rol almıştım. Nazım Kurşunlu'nun Branda Bezi ve Anton Çehov'un Teklif isimli eserlerinde. Heyecanımı ve sahnede olmanın bana verdiği mutluluğu ömrüm boyunca unutmadım. Tiyatro sanatçısı olmayı çok arzuladım sonrasında fakat olmadı. Şimdi kızım bu yolda ilerliyor ben de gururla izliyorum yolculuğunu. Okul maçlarını, bilgi yarışmalarını hep o salonda seyrettik. Kimine bizzat katıldık kimine tezahürat yaptık.   Sosyalleşmeyi öğreniyorduk.   Kantini hatırlıyorsunuz değil mi? Hani sucuklu tost yiyip, çay içtiğimiz kantini. O zamanlar karton bardaklar, bardakta kahveler falan yok. Su bardağı kıvamında cam bardakta çay, arasında zardan azıcık kalın kesilmiş sucuk ile yapılmış tost en büyük lüksümüzdü.    Yarısını arkadaşa kaptırdığımız tostlarla paylaşmayı,   Birbirine bakan gözler ve çarpan yüreklerle aşkı,    Ser verip sır vermemek ile sırdaşlığı,   Her derdine ortak olup, birlikte gülüp birlikte ağlayarak arkadaşlığı öğreniyorduk.    Kısacası hayatı öğrendik daha doğrusu öğretti bize lise hayatı. Mezun olduğumuzda hâlâ gençtik, hala deli dolu, hâlâ umarsızdık ama birer bireydik artık. Bize insan olmayı öğretti lise hayatı.   Bütün öğrendiklerimizi, birkaç tuğla, birkaç demir yığını zannedilen adı yeni ama tarihi eski o binada, Kütahya'nın Taş Mektep' den sonra gerçekten efsane olmuş okulu Kütahya Lisesi Yeni Bina'sında öğrendik. Koridorlarında koşarken büyüdük, merdivenlerini çıkarken aşık olduk, sınıflarında otururken ağladık, terasında fotoğraf çektirirken gülümsedik. Kahkahalarımız var duvarlarında, gözyaşlarımız, sesimiz var. Hepsinden önemlisi gençliğimiz var.    Şimdi bütün bunları niye anlattın bize derseniz üzülerek öğrendim ki yukarıda yazdıklarımı yaşadığımız o binanın yıkılması düşünülüyormuş. Oysa bizler o sınıflarda yok etmeyi değil yaşatmayı öğrenmiştik. Hatırladınız mı?    Selamlar, sevgiler Kütahya!    Hoş bulduk Telgraf Gazetesi!

Liseli

Bu haftadan itibaren on beş günde bir yazılarımla bu sütunlarda olacağım. İlk yazım “Liseli” ile sizlere merhaba diyorum.

 

1972 yılının ağustos ayında annemle gittiğim terziden heyecan içinde çıkmıştım. Cumhuriyet caddesindeki Kahraman amcanın dükkanından alınmış gördüğüm en çirkin gri renkte pantolonluk kumaştan, (annem öyle diyordu yoksa o kumaştan pantolon olur mu olmaz mı ben bilmezdim,) önü çift sıra pilili, boyu, günün mini etek modasının aksine dizden dört parmak aşağıda bir etek, erkek takımlarının yeleklerine benzer kruvaze bir yelek ve bedenime hiç oturmayan berbat bir ceket siparişi vermiştik. Peki neydi bu kadar beğenmediğim ama bir o kadar da beni heyecanlandıran kıyafet? Elbette lise forması. O yıl Taş Mektep' de okuduğum ortaokuldan mezun olmuştum. Hiç vakit kaybetmeden de Taş Mektep' e eklenti olarak yapılmış aynı bahçe içindeki yeni binaya yani Kütahya Lisesi'ne kaydımı yaptırmıştım. Çocukluk günlerim sona ermişti. Artık liseli bir genç kız olarak devam edecektim hayatıma. 

 

Kütahyalı olan ya da lise yıllarını Kütahya'da yaşamış pek çoklarımızın böyle anıları vardır eminim. Benim yetmişli yıllardan hatırladıklarımın başında okulun merdivenlerine sıralanmış öğretmenlerimiz ve onların gözetiminde söylediğimiz İstiklal Marşları gelir. Sesleri yeni yeni olgunlaşan bizler bayrağımız göndere çekilirken hep bir ağızdan, yürekten inanarak haykırırdık. 

 

“Korkma Sönmez bu şafaklarda yüzen Alsancak, Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.”

 

Pazartesi sabahlarının tek etkinliği İstiklal Marşı ve bayrak töreni değildi elbette. Yeni binadaki sınıflarımıza gidebilmek için mutlaka Müdürümüz Mehmet Bey ve Müdür Yardımcımız Necla hanımın önlerinden geçmek zorundaydık. Bu, resmi geçit sırasında bazı arkadaşlarımız saçlarının boyu ya da kıyafetlerinin uygun olmayışı nedeniyle yolları kesilip geri döndürülürlerdi. Derslere giremeyip yok yazıldıkları yetmezmiş gibi işittikleri azar da yanlarına kâr kalırdı.

 

Kurallara uymayı öğreniyorduk.

 

Sınıflarımız kırk kırk beş kişilik mevcutlarına rağmen geniş aydınlık sınıflardı. Kocaman pencerelerinden içeriye dolan güneş kışın ısıtır, baharda sevindirirdi. Bazen de yaramazlıklarımıza alet olup küçük aynalarla sokaktan geçenlerin gözlerine tutulur ceza almamıza sebep olurdu. Aslında yaramazlığı bir kişi yapardı fakat öğretmenlerimiz asla kim olduğunu öğrenemezdi. O yüzden sınıfça ceza alırdık. Celal beyin yüzüne korkarak bakarken;

 

Sadakati öğreniyorduk.

 

Sanat tarihi dersleri bütün sınıfın en sevdiği dersti. Bu sevgide sevgili öğretmenimiz Muazzez hanımın etkisi büyüktü tabii. Tarihin çeşitli zamanlarında insanın yaptığı şaheserleri öğretmenimizin eşsiz anlatımından dinlemek sınıfça hepimizi mutlu ederdi. Michelangelo' nun da Vinci' nin, Aristotales'in dünyasında gezinirken;

 

Hayal gücünü öğreniyorduk.
Kimya ve Fizik derslerinde formüllerin arasında kaybolup, ah o hiç bitmeyen matematik derslerinde hayatın denklemini ararken;

 

Varoluşumuzun sırlarını öğreniyorduk.

 

Edebiyat dersleri sizleri bilmem ama benim için en güzel zamanlardı. Çocukluğumda masallarla başlayan tutkum divan edebiyatı, halk edebiyatı derken günümüz yazarlarıyla devam etti. Şeyhi, Fuzuli, Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Akif Ersoy, Cahit Sıtkı Tarancı ve elbette Orhan Veli, Sait Faik girdi düşlerime. Kısacık anlatılırken büyük merak uyandırılan Nazım Hikmet'i ise öğrenmeye çalışıyorduk

 

Öncesinde Müberra Hanım sonrasında sevgili Necla hanım olmasalardı bu isimler aklıma ve ruhuma bu kadar nüfus edemezlerdi. Her zaman sade ve şık giysileri bakımlı halleri kibar ve yumuşak tavırları ile bize uyguladıkları disiplini nasıl gerçekleştirdiklerini hep düşünmüşümdür. Hiç kötü söz söylemez hiç seslerini yükseltmezlerdi ama biz onlardan çekinir bir o kadar da severdik.

 

Zarafeti ve disiplini öğreniyorduk.

 

Eminim yolu Kütahya Lisesinden geçen herkesin bir spor salonu hatırası vardır. Hani benim zamanımda tavanından kocaman bir halat sarkan salon. Karşı duvarındaki sahnesi ile ufak bir değişiklikle gösteri salonu haline dönüşebilen salon. Bir de denge aleti vardı bu salonda. Beden eğitimi dersine katılan erkek öğrencilerin halatı tırmanması kızların ise denge aletinde yürümesi zorunlu idi ancak ben yürüyemezdim. Öğretmenimiz Cevdet Bey sonunda benden ümidi kesip denge aletinin üzerinde yürürken arkadaşlarımın elimden tutmasına izin vermişti. Sonradan öğrendim ki halatı tırmanamayanlara da benzer kolaylıklar gösterirmiş.

 

Hoşgörüyü öğreniyorduk.

 

Söz konusu salonda o yıllarda “çay” adı verilen sazlı sözlü toplantılar düzenlerdik. Formalarımızla katılacağımızı bilsek bile günler öncesinden başlardı süslenmelerimiz. Ya her yıl tiyatro kolunun sergilediği oyunlar? İkisin de ben de rol almıştım. Nazım Kurşunlu'nun Branda Bezi ve Anton Çehov'un Teklif isimli eserlerinde. Heyecanımı ve sahnede olmanın bana verdiği mutluluğu ömrüm boyunca unutmadım. Tiyatro sanatçısı olmayı çok arzuladım sonrasında fakat olmadı. Şimdi kızım bu yolda ilerliyor ben de gururla izliyorum yolculuğunu. Okul maçlarını, bilgi yarışmalarını hep o salonda seyrettik. Kimine bizzat katıldık kimine tezahürat yaptık.

 

Sosyalleşmeyi öğreniyorduk.

 

Kantini hatırlıyorsunuz değil mi? Hani sucuklu tost yiyip, çay içtiğimiz kantini. O zamanlar karton bardaklar, bardakta kahveler falan yok. Su bardağı kıvamında cam bardakta çay, arasında zardan azıcık kalın kesilmiş sucuk ile yapılmış tost en büyük lüksümüzdü. 

 

Yarısını arkadaşa kaptırdığımız tostlarla paylaşmayı,

 

Birbirine bakan gözler ve çarpan yüreklerle aşkı, 

 

Ser verip sır vermemek ile sırdaşlığı,

 

Her derdine ortak olup, birlikte gülüp birlikte ağlayarak arkadaşlığı öğreniyorduk. 

 

Kısacası hayatı öğrendik daha doğrusu öğretti bize lise hayatı. Mezun olduğumuzda hâlâ gençtik, hala deli dolu, hâlâ umarsızdık ama birer bireydik artık. Bize insan olmayı öğretti lise hayatı.

 

Bütün öğrendiklerimizi, birkaç tuğla, birkaç demir yığını zannedilen adı yeni ama tarihi eski o binada, Kütahya'nın Taş Mektep' den sonra gerçekten efsane olmuş okulu Kütahya Lisesi Yeni Bina'sında öğrendik. Koridorlarında koşarken büyüdük, merdivenlerini çıkarken aşık olduk, sınıflarında otururken ağladık, terasında fotoğraf çektirirken gülümsedik. Kahkahalarımız var duvarlarında, gözyaşlarımız, sesimiz var. Hepsinden önemlisi gençliğimiz var. 

 

Şimdi bütün bunları niye anlattın bize derseniz üzülerek öğrendim ki yukarıda yazdıklarımı yaşadığımız o binanın yıkılması düşünülüyormuş. Oysa bizler o sınıflarda yok etmeyi değil yaşatmayı öğrenmiştik. Hatırladınız mı? 

 

Selamlar, sevgiler Kütahya! 

 

Hoş bulduk Telgraf Gazetesi!

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.