Esra GÜREL ŞEN
Köşe Yazarı
Esra GÜREL ŞEN
 

Doğu Ekspresi; ERZURUM

Sabah kahvaltımızın ardından Kars’tan gelerek bize katılan gezi rehberimiz İsmail Çetinkaya’nın eşliğinde Erzurum turumuza başladık. Hava çok soğuk her yer kar ve buz ama üşümüyoruz çünkü heyecanlı ve istekliyiz. Erzurum büyük ve güzel bir şehir. Kadim bir Anadolu şehri olduğu her halinden belli. Güzel bir meydanı bu meydana açılan yolları ve tabii tarihi eserleri ile kucaklıyor bizi. Rehberimiz günlerden Pazar olması sebebiyle sokakların tenha olacağını söylüyor ve yüzyıllardır yaşanan acı tarihi olaylar sebebiyle bölge insanlarının ilk anda bizlerle kaynaşmayacaklarını tedbirli davranıp tanıdıkça yüreklerini açacaklarını anlatıyor. Bu açıklama biraz garibime gitmiyor değil doğrusu. Çünkü Anadolu toprağında yaşayıp da acı çekmemiş bir yer var mı acaba diye düşünüyorum. Az ya da çok Anadolu insanı acılardan mutlaka nasibini almıştır. Belki de rehberin sözünü ettiği tedbirli yaklaşım iklimin sertliği ve doğa şartlarının zorluğundandır diyorum kendi kendime sonra aklıma bölgede yıllardır süren bitmek bilmez terör geliyor, evimdeki sıcak yatağımı, kaygısız günlerimi düşünüp biraz utanıyorum. Caddeler gerçekten tenha. Bu soğuk pazar gününde sıcacık evinde oturmak varken niye sokağa çıksın insanlar değil mi ama? İlk durağımız Üç Kümbetler adı verilen tarihi bölge. 12.yüzyıl ile 14. yüz yıl arasında yapıldıkları düşünülen üç kümbet ten ikisinin aralarındaki yakın mesafe yüzünden kişilere özel olarak yapıldığı ve devlet adamlarına ait mezarlar oldukları tahmin edilmekteymiş. Öyle söyledi rehberimiz.  12. Yüzyılda yapıldığı tespit edilen ve bu üç kümbetin en büyüğü olan ise Saltuklu Beyliğinden Emir Saltuk’un türbesi.  1071 yılında Malazgirt Savaşından sonra Alp Arslan tarafından Erzurum yöresini fethetmekle görevlendirilen Emir Saltuk bu görevi yerine getirmiş ve sonucunda yörenin idaresi Saltuklu Beyliğine verilmiştir. Henüz Orta Asya etkisini kaybetmemiş olan Türk taş işlemeciliği nedeniyle Emir Saltuk’un türbesi sekizgen bir yapının üstüne kubbe ile koni karışımı bir külahla örtülü. Uzaktan bakıldığında otağ görüntüsü vermekte.  Üzerindeki işlemelerde daha sonraları görülmeyen Orta Asya’ya ait Türk takvimlerinde yer alan burç figürleri var. Üç Kümbeti görüp bolca fotoğraf çektikten sonra yönümüzü yakındaki turizme açılmış bir Erzurum Evine çevirdik. Bizleri, Paşa Konağı olarak bilinen konağın sahibi Hakem Akgül karşıladı. Kendi imkanları ile donattığı taş konağı yine kendi esprili ve güzel anlatımı ile gezdirdi. Burada benim ilgimi en çok hemen girişte konağın mutfak olarak kullanılan kısmında yapılmış olan adının Kırlangıç tavan olduğunu öğrendiğim değişik tavan döşemesi çekti. Birbiri üzerine çaprazlama konulan kalaslar hiç çivi kullanılmadan birbirine geçme yöntemiyle tutturulmuş, en üstteki küçük boşluk baca görevi görmekte ve tavan ince bir matematiksel hesapla konumlandırıldığından güneş saati olarak da kullanılmaktadır. İşlevsel yapısı ile hayran kaldığım bu tavan mimarisi daha sonra Erzurum’un muhteşem Ulu caminde de karşımıza çıktı. Konak, klasik Anadolu evlerinin, mobilyası kendinden düzenine uygun olarak yüklükler sedirler ve ocaklar ile donatılmış. Erzurum’un soğuk kışlarından korunmak ve en iyi aydınlanmayı sağlamak amacıyla dışa doğru daralıp içe doğru genişleyen pencere pervazları taş evin içten ve dıştan görseline güzellik katıyor. Mutfakta yan yana şömine tipli iki ocak var. Hakem Bey bunlardan birinin yemek pişirilen ocak diğerinin ise Baba Ocağı olduğunu söyledi. Hep kullandığımız Baba Ocağı terimi de buradan geliyormuş. Eğer bir evin erkeğinin, soyunu devam ettirecek erkek çocuğu olmazsa o erkek öldüğünde baba ocağı sönüyormuş. Hakem Bey güzelim Erzurum şivesiyle, “Baba getti ocak söndi,” dedi mutfaktan çıkarken. Yirmi birinci yüzyılda bize yanlış gelebilir fakat burada yıllar öncesinin ve hatta günümüzün ataerkil topluluklarında erkek çocuğa verilen önemi görebiliyoruz. Selamlık odasının tavanı, işlemeleri ve zarafeti ile hepimizi mest etti haremlik odasının biri içe diğeri dışa açılan çift kapısı ise mahremiyeti sağlamak için kullanılan bir yöntem olarak çıktı karşımıza. Paşa Konağı’ndan sonra konağın karşısında çift minareleriyle bizleri selamlayan Çifte Minareli Medrese ’ye geldi sıra.  İlk görünen mükemmel taş işçiliği ile kendine hayran bırakan minareler elbette. Üzerlerinde minare külahları yok bu da sanki yarım kalmışlar gibi bir his doğuruyor. Bir de efsanesi var bu minarelerin. Yıllardır dilden dile dolaşıyor, kulaktan kulağa söyleniyor. Şimdi de ben size anlatayım dostlarım. Efendim bu minareleri bir usta ve çırağı yapmakta imişler. Usta yaşlı ve titiz, çırak ise genç ve hızlıymış. Minarelerin yükselip tamamlanmaya yüz tuttuğu günlerden bir gün usta ile çırak bir iddiaya girmişler. İkisi de birer minareye geçmiş ve kim önce bitirirse iddiayı o kazansın demişler. Genç çırak ustasını geçmenin verdiği şevkle saldırmış işe hızlıymış ve hırslıymış. Usta yılların tecrübesini konuştururken ellerinde titizmiş ve ince eleyip sık dokuyormuş dolayısıyla yavaş ilerlemiş. Saatler geçmiş usta ile çırağın iddiası tüm Erzurum’da duyulmuş Tüm ahali bu zorlu yarışı seyretmek için inşaatın etrafını doldurmuş. Herkes ustanın kazanmasını beklerken çırak gençliğinin hızını kullanarak varıvermiş tepeye. Son taşı koymuş ve zaferle bağırmış kendinden birkaç kat aşağıda çalışan ustasına. “Usta, usta! Sen kendine usta dersin ama bak minarenin tepesine önce ben geldim. İşimi senden önce bitirip seni yendim. Bundan böyle ben usta sen çırak olmalısın öyle değil mi ağalar? Söyleyin,” diye bağırmış. Aşağıda onları seyreden ahali çırağı tasdik ederek başlamışlar tezahürata. Çırak şişinmiş de şişinmiş. O şişinmeyle ileri geri konuşmasına devam etmiş. Usta bir yıllardır teriyle, canıyla, sanatıyla hizmet ettiği ahaliye bakmış bir yıllardır yanına alıp tüm bildiklerini hiç sakınmadan öğrettiği çırağına bakmış. Yapılan vefasızlık yüreğini dağlamış. Önce göz yaşları akmış gözlerinden sonra dayanamamış, “Öyleyse sizin bana ihtiyacınız yok, benim de bu dünyaya tamahım yok,” deyip minarenin tepesinden kendini aşağıya bırakıvermiş. Çırak o anda anlamış yaptığının nasıl bir kötülük olduğunu ama iş işten çoktan geçmiş ustası yere cansız serili vermiş. Vicdan azabının simsiyah kuyusu içine almış çırağı acıdan yüreği parça parça olmuş, “Ustam, benim de sensiz dünyada yerim yok,” diyerek o da atlayıvermiş minareden. O günden sonra kimse çıkıp da minareleri tamamlamamış. Öyle külahsız öyle yarım kalmışlar. Efsane bir tarafa Medresenin kendisi bir efsane zaten.  Mükemmel Selçuklu taş işçiliğinin en güzel örneklerinden birini gördüğümüz kapısından medreseye girdiğimizde dik dörtgen bir taşlığın etrafına sıralanmış ders odalarını görebiliriz. Hepsinin kapısın üzerinde rozet şeklinde çeşitli semboller var. Bu rozetler o sınıflarda hangi derslerin verildiğini gösteriyormuş. Medresenin sütunları geometrik desenli işlemelerine hayran kalırken bir nişte gördüğümüz çift başlı ejderha, Hayat Ağacı ve kartal simgeleriyle o dönemde yaratılmış bir evrene tanık oluyoruz.  Rehberimiz İsmail beyin anlattıklarını dinlerken Medresenin yüzlerce yıldan günümüze hâlâ ilim irfan akıtmaya devam ettiğini düşünmeden edemiyorum. İşte bizlerde burada bu güzel yapının kucağında tarihimizde eğitime verilen önemi bir kez daha öğreniyoruz. Çifte minareli medreseden Ulu Camiye geçtiğimizde bir sütun deryası karşılıyor bizi. Kırlangıç tavanı ahşap oymacılığının şaheserlerinden minberi ve girer girmez hissettiğiniz ulvi havası ile etkileniyor gelmiş ve görmüş olmaktan şükrederek çıkıyoruz camiden. Sıra devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Erzurum kongresi için geldiği Erzurum’da elli iki gün kaldığı evde. Erzurum evlerinin taş yapısını sergileyen evin en üst katında bulunan yatak odası sanırım hepimizin en çok etkilendiği yerlerden. İnsan onunla nefes aldığını hayal etmekten kendini alamıyor ya da dokunduğu yerlere onun da dokunduğunu düşünmekten. Cumhuriyet tarihimizin mihenk taşlarından Erzurum Kongresinin toplandığı binaya girerken değişik duygular içindeyim.  Kongreye katılan üyelerin oturdukları sıralara oturmak Atatürk’ün konuşma yaptığı kürsüyü görmek içimi soğuk Erzurum havasında sıcacık yapıyor. Hararetli tartışmaları duyar gibiyim. Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazdığı onuncu yıl nutkunun sayfaları, Kongrede alınan kararların bildiriler ve gazete haberleri olarak basıldığı baskı makinesinin günümüze kadar ulaşmış olması heyecanlandırıyor beni. Hele o duvarlarda kongreye katılan delegelerin fotoğrafları ve kısa öz geçmişlerinden derinden etkileniyorum. Bir ulusun kaderinin belirlendiği bu tarihi yapıdan çıkarken içimden, “İyi ki buradaydınız ve iyi ki Mustafa Kemal’e destek verdiniz ve iyi ki ona inanıp Cumhuriyetimizin temellerini bizler için var ettiniz,” diye haykırmak geliyor. Hepsine şükran ve minnet duygularıyla yazıyorum bu satırları. Allah hepsinden razı olsun. Bugün Erzurum’daysam ve onların fotoğraflarına özgürce bakabiliyorsam bu onların o günkü ferasetleri ve cesaretleri sayesinde. Palandöken kayak merkezi denilince Uludağ’da olduğu gibi bir dağın tepesine tırmanacağımızı düşünürken kısa sayılabilecek bir yokuştan tırmandı otobüsümüz ve devasa PALANDÖKEN yazısı karşılayıverdi bizi. Çünkü zaten bin sekiz yüz metre rakımda kurulmuş olan Erzurum yeterince yüksekteydi Palandöken kayak merkezi ise iki bin rakımdaydı. Elbette zirvesi üç bin metreyi aşıyordu ancak merkez hem Erzurum’a çok yakın hem de daha alçaktaydı. Rehberimiz, “Buralar sizlere göre hep yayla öyle düşünün,” dedi şaşkınlığımızı görerek. Okulların ara tatili olması sebebiyle çok kalabalıktı merkez. Rengarenk kıyafetleri ellerinde kayakları ile kayakçılar spor dolu görüntüler verirken biraz sıra beklemeyi göze alıp teleferiğe binmeye karar verdik. Harikulade kar manzaraları eşliğinde zirvesine tırmandığımız palandöken esen rüzgar ve yüzümüze vuran ayazı ile bize gerçek soğuğun ne olduğunu hissettirdi. İçimden bir daha memleketime soğuk demeyeceğim diye geçirdim. Malumunuz yine çok güzel fotoğraflar çektik. Kayak yapanları izlemek de ayrı bir keyifti. Erzurum’a gelip de Cağ kebabından ve Oltu taşından söz etmemek olmaz elbette. Öğle yemeğimizi Koç Restoranda muhteşem lezzetteki Cağ kebabını tadarak geçirdikten sonra Taş Han’da Oltu taşlarına bakmaya gittik. Gümüş işçiliği ile usta ellerde birleşince topraktan çıkan simsiyah taşın nasıl güzel ve pahalı mücevhere dönüştüğünü görmek insana ayrı bir zevk veriyor. Alışveriş etmek isteyenlerin o dükkandan çıkıp bu dükkana girmeleri ve her zevke uygun süs eşyalarını denemelerini görmek ve bizzat denemek de ayrı bir keyifti doğrusu. Eh Erzurum’dan Hanifi Usta’ya uğrayıp meşhur Kadayıf Dolmasını yemeden ayrılmak olmazdı biz de öyle yaptık.

Doğu Ekspresi; ERZURUM

Sabah kahvaltımızın ardından Kars’tan gelerek bize katılan gezi rehberimiz İsmail Çetinkaya’nın eşliğinde Erzurum turumuza başladık. Hava çok soğuk her yer kar ve buz ama üşümüyoruz çünkü heyecanlı ve istekliyiz. Erzurum büyük ve güzel bir şehir. Kadim bir Anadolu şehri olduğu her halinden belli. Güzel bir meydanı bu meydana açılan yolları ve tabii tarihi eserleri ile kucaklıyor bizi. Rehberimiz günlerden Pazar olması sebebiyle sokakların tenha olacağını söylüyor ve yüzyıllardır yaşanan acı tarihi olaylar sebebiyle bölge insanlarının ilk anda bizlerle kaynaşmayacaklarını tedbirli davranıp tanıdıkça yüreklerini açacaklarını anlatıyor. Bu açıklama biraz garibime gitmiyor değil doğrusu. Çünkü Anadolu toprağında yaşayıp da acı çekmemiş bir yer var mı acaba diye düşünüyorum. Az ya da çok Anadolu insanı acılardan mutlaka nasibini almıştır. Belki de rehberin sözünü ettiği tedbirli yaklaşım iklimin sertliği ve doğa şartlarının zorluğundandır diyorum kendi kendime sonra aklıma bölgede yıllardır süren bitmek bilmez terör geliyor, evimdeki sıcak yatağımı, kaygısız günlerimi düşünüp biraz utanıyorum.

Caddeler gerçekten tenha. Bu soğuk pazar gününde sıcacık evinde oturmak varken niye sokağa çıksın insanlar değil mi ama?

İlk durağımız Üç Kümbetler adı verilen tarihi bölge. 12.yüzyıl ile 14. yüz yıl arasında yapıldıkları düşünülen üç kümbet ten ikisinin aralarındaki yakın mesafe yüzünden kişilere özel olarak yapıldığı ve devlet adamlarına ait mezarlar oldukları tahmin edilmekteymiş. Öyle söyledi rehberimiz.  12. Yüzyılda yapıldığı tespit edilen ve bu üç kümbetin en büyüğü olan ise Saltuklu Beyliğinden Emir Saltuk’un türbesi.  1071 yılında Malazgirt Savaşından sonra Alp Arslan tarafından Erzurum yöresini fethetmekle görevlendirilen Emir Saltuk bu görevi yerine getirmiş ve sonucunda yörenin idaresi Saltuklu Beyliğine verilmiştir. Henüz Orta Asya etkisini kaybetmemiş olan Türk taş işlemeciliği nedeniyle Emir Saltuk’un türbesi sekizgen bir yapının üstüne kubbe ile koni karışımı bir külahla örtülü. Uzaktan bakıldığında otağ görüntüsü vermekte.  Üzerindeki işlemelerde daha sonraları görülmeyen Orta Asya’ya ait Türk takvimlerinde yer alan burç figürleri var.

Üç Kümbeti görüp bolca fotoğraf çektikten sonra yönümüzü yakındaki turizme açılmış bir Erzurum Evine çevirdik. Bizleri, Paşa Konağı olarak bilinen konağın sahibi Hakem Akgül karşıladı. Kendi imkanları ile donattığı taş konağı yine kendi esprili ve güzel anlatımı ile gezdirdi. Burada benim ilgimi en çok hemen girişte konağın mutfak olarak kullanılan kısmında yapılmış olan adının Kırlangıç tavan olduğunu öğrendiğim değişik tavan döşemesi çekti. Birbiri üzerine çaprazlama konulan kalaslar hiç çivi kullanılmadan birbirine geçme yöntemiyle tutturulmuş, en üstteki küçük boşluk baca görevi görmekte ve tavan ince bir matematiksel hesapla konumlandırıldığından güneş saati olarak da kullanılmaktadır. İşlevsel yapısı ile hayran kaldığım bu tavan mimarisi daha sonra Erzurum’un muhteşem Ulu caminde de karşımıza çıktı.

Konak, klasik Anadolu evlerinin, mobilyası kendinden düzenine uygun olarak yüklükler sedirler ve ocaklar ile donatılmış. Erzurum’un soğuk kışlarından korunmak ve en iyi aydınlanmayı sağlamak amacıyla dışa doğru daralıp içe doğru genişleyen pencere pervazları taş evin içten ve dıştan görseline güzellik katıyor. Mutfakta yan yana şömine tipli iki ocak var. Hakem Bey bunlardan birinin yemek pişirilen ocak diğerinin ise Baba Ocağı olduğunu söyledi. Hep kullandığımız Baba Ocağı terimi de buradan geliyormuş. Eğer bir evin erkeğinin, soyunu devam ettirecek erkek çocuğu olmazsa o erkek öldüğünde baba ocağı sönüyormuş. Hakem Bey güzelim Erzurum şivesiyle, “Baba getti ocak söndi,” dedi mutfaktan çıkarken. Yirmi birinci yüzyılda bize yanlış gelebilir fakat burada yıllar öncesinin ve hatta günümüzün ataerkil topluluklarında erkek çocuğa verilen önemi görebiliyoruz.

Selamlık odasının tavanı, işlemeleri ve zarafeti ile hepimizi mest etti haremlik odasının biri içe diğeri dışa açılan çift kapısı ise mahremiyeti sağlamak için kullanılan bir yöntem olarak çıktı karşımıza.

Paşa Konağı’ndan sonra konağın karşısında çift minareleriyle bizleri selamlayan Çifte Minareli Medrese ’ye geldi sıra.  İlk görünen mükemmel taş işçiliği ile kendine hayran bırakan minareler elbette. Üzerlerinde minare külahları yok bu da sanki yarım kalmışlar gibi bir his doğuruyor. Bir de efsanesi var bu minarelerin. Yıllardır dilden dile dolaşıyor, kulaktan kulağa söyleniyor. Şimdi de ben size anlatayım dostlarım.

Efendim bu minareleri bir usta ve çırağı yapmakta imişler. Usta yaşlı ve titiz, çırak ise genç ve hızlıymış. Minarelerin yükselip tamamlanmaya yüz tuttuğu günlerden bir gün usta ile çırak bir iddiaya girmişler. İkisi de birer minareye geçmiş ve kim önce bitirirse iddiayı o kazansın demişler. Genç çırak ustasını geçmenin verdiği şevkle saldırmış işe hızlıymış ve hırslıymış. Usta yılların tecrübesini konuştururken ellerinde titizmiş ve ince eleyip sık dokuyormuş dolayısıyla yavaş ilerlemiş. Saatler geçmiş usta ile çırağın iddiası tüm Erzurum’da duyulmuş Tüm ahali bu zorlu yarışı seyretmek için inşaatın etrafını doldurmuş. Herkes ustanın kazanmasını beklerken çırak gençliğinin hızını kullanarak varıvermiş tepeye. Son taşı koymuş ve zaferle bağırmış kendinden birkaç kat aşağıda çalışan ustasına.

“Usta, usta! Sen kendine usta dersin ama bak minarenin tepesine önce ben geldim. İşimi senden önce bitirip seni yendim. Bundan böyle ben usta sen çırak olmalısın öyle değil mi ağalar? Söyleyin,” diye bağırmış. Aşağıda onları seyreden ahali çırağı tasdik ederek başlamışlar tezahürata. Çırak şişinmiş de şişinmiş. O şişinmeyle ileri geri konuşmasına devam etmiş. Usta bir yıllardır teriyle, canıyla, sanatıyla hizmet ettiği ahaliye bakmış bir yıllardır yanına alıp tüm bildiklerini hiç sakınmadan öğrettiği çırağına bakmış. Yapılan vefasızlık yüreğini dağlamış. Önce göz yaşları akmış gözlerinden sonra dayanamamış, “Öyleyse sizin bana ihtiyacınız yok, benim de bu dünyaya tamahım yok,” deyip minarenin tepesinden kendini aşağıya bırakıvermiş. Çırak o anda anlamış yaptığının nasıl bir kötülük olduğunu ama iş işten çoktan geçmiş ustası yere cansız serili vermiş. Vicdan azabının simsiyah kuyusu içine almış çırağı acıdan yüreği parça parça olmuş, “Ustam, benim de sensiz dünyada yerim yok,” diyerek o da atlayıvermiş minareden. O günden sonra kimse çıkıp da minareleri tamamlamamış. Öyle külahsız öyle yarım kalmışlar.

Efsane bir tarafa Medresenin kendisi bir efsane zaten.  Mükemmel Selçuklu taş işçiliğinin en güzel örneklerinden birini gördüğümüz kapısından medreseye girdiğimizde dik dörtgen bir taşlığın etrafına sıralanmış ders odalarını görebiliriz. Hepsinin kapısın üzerinde rozet şeklinde çeşitli semboller var. Bu rozetler o sınıflarda hangi derslerin verildiğini gösteriyormuş. Medresenin sütunları geometrik desenli işlemelerine hayran kalırken bir nişte gördüğümüz çift başlı ejderha, Hayat Ağacı ve kartal simgeleriyle o dönemde yaratılmış bir evrene tanık oluyoruz.  Rehberimiz İsmail beyin anlattıklarını dinlerken Medresenin yüzlerce yıldan günümüze hâlâ ilim irfan akıtmaya devam ettiğini düşünmeden edemiyorum. İşte bizlerde burada bu güzel yapının kucağında tarihimizde eğitime verilen önemi bir kez daha öğreniyoruz.

Çifte minareli medreseden Ulu Camiye geçtiğimizde bir sütun deryası karşılıyor bizi. Kırlangıç tavanı ahşap oymacılığının şaheserlerinden minberi ve girer girmez hissettiğiniz ulvi havası ile etkileniyor gelmiş ve görmüş olmaktan şükrederek çıkıyoruz camiden.

Sıra devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Erzurum kongresi için geldiği Erzurum’da elli iki gün kaldığı evde. Erzurum evlerinin taş yapısını sergileyen evin en üst katında bulunan yatak odası sanırım hepimizin en çok etkilendiği yerlerden. İnsan onunla nefes aldığını hayal etmekten kendini alamıyor ya da dokunduğu yerlere onun da dokunduğunu düşünmekten.

Cumhuriyet tarihimizin mihenk taşlarından Erzurum Kongresinin toplandığı binaya girerken değişik duygular içindeyim.  Kongreye katılan üyelerin oturdukları sıralara oturmak Atatürk’ün konuşma yaptığı kürsüyü görmek içimi soğuk Erzurum havasında sıcacık yapıyor. Hararetli tartışmaları duyar gibiyim. Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazdığı onuncu yıl nutkunun sayfaları, Kongrede alınan kararların bildiriler ve gazete haberleri olarak basıldığı baskı makinesinin günümüze kadar ulaşmış olması heyecanlandırıyor beni. Hele o duvarlarda kongreye katılan delegelerin fotoğrafları ve kısa öz geçmişlerinden derinden etkileniyorum. Bir ulusun kaderinin belirlendiği bu tarihi yapıdan çıkarken içimden, “İyi ki buradaydınız ve iyi ki Mustafa Kemal’e destek verdiniz ve iyi ki ona inanıp Cumhuriyetimizin temellerini bizler için var ettiniz,” diye haykırmak geliyor. Hepsine şükran ve minnet duygularıyla yazıyorum bu satırları. Allah hepsinden razı olsun. Bugün Erzurum’daysam ve onların fotoğraflarına özgürce bakabiliyorsam bu onların o günkü ferasetleri ve cesaretleri sayesinde.

Palandöken kayak merkezi denilince Uludağ’da olduğu gibi bir dağın tepesine tırmanacağımızı düşünürken kısa sayılabilecek bir yokuştan tırmandı otobüsümüz ve devasa PALANDÖKEN yazısı karşılayıverdi bizi. Çünkü zaten bin sekiz yüz metre rakımda kurulmuş olan Erzurum yeterince yüksekteydi Palandöken kayak merkezi ise iki bin rakımdaydı. Elbette zirvesi üç bin metreyi aşıyordu ancak merkez hem Erzurum’a çok yakın hem de daha alçaktaydı. Rehberimiz, “Buralar sizlere göre hep yayla öyle düşünün,” dedi şaşkınlığımızı görerek. Okulların ara tatili olması sebebiyle çok kalabalıktı merkez. Rengarenk kıyafetleri ellerinde kayakları ile kayakçılar spor dolu görüntüler verirken biraz sıra beklemeyi göze alıp teleferiğe binmeye karar verdik. Harikulade kar manzaraları eşliğinde zirvesine tırmandığımız palandöken esen rüzgar ve yüzümüze vuran ayazı ile bize gerçek soğuğun ne olduğunu hissettirdi. İçimden bir daha memleketime soğuk demeyeceğim diye geçirdim. Malumunuz yine çok güzel fotoğraflar çektik. Kayak yapanları izlemek de ayrı bir keyifti.

Erzurum’a gelip de Cağ kebabından ve Oltu taşından söz etmemek olmaz elbette. Öğle yemeğimizi Koç Restoranda muhteşem lezzetteki Cağ kebabını tadarak geçirdikten sonra Taş Han’da Oltu taşlarına bakmaya gittik. Gümüş işçiliği ile usta ellerde birleşince topraktan çıkan simsiyah taşın nasıl güzel ve pahalı mücevhere dönüştüğünü görmek insana ayrı bir zevk veriyor. Alışveriş etmek isteyenlerin o dükkandan çıkıp bu dükkana girmeleri ve her zevke uygun süs eşyalarını denemelerini görmek ve bizzat denemek de ayrı bir keyifti doğrusu. Eh Erzurum’dan Hanifi Usta’ya uğrayıp meşhur Kadayıf Dolmasını yemeden ayrılmak olmazdı biz de öyle yaptık.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.