Esra GÜREL ŞEN
Köşe Yazarı
Esra GÜREL ŞEN
 

BİR SÖZLEŞME HİKAYESİ

BİR SÖZLEŞME HİKAYESİ ----Naciye titreyen ellerini önü zor kapanan eski mantosunun cebine soktu. “Nasıl da esiyor burası,” diye düşünürken soğuğun iliklerine işlediğini hissetti. Artık soğuk muydu onu bu kadar titreten yoksa sabahleyin kocasından yediği tokat mı bilinmez üşüyordu işte. Ne o, çay suyu geç kaynamış. Bütün kabahati buydu işte. Beyefendi sanki işe yetişecekmiş gibi çayını her sabah vaktinde istiyor. Olmazsa da gelsin bağrış çağrış ya da bugünkü gibi tokat, yumruk. “Utanmıyor da” diye geçirdi içinden Naciye, “Boyumuz kadar oğlumuz var ondan da utanmıyor. Bugün bir karşılık verecek diye korktum. Tokadı çarpınca suratıma oğlanın yüzü sapsarı oldu. Yavrum evden nasıl kaçtığını bilemedi. Allah belanı versin Ferit. Hem bir işe yaramazsın hem de dayağı sopayı adamlık sanırsın.” Tokattın vurulduğu yanağı ateş gibi yanıyordu şu anda bedeninde titremeyen tek yer kıpkırmızı olmuş bu yanaktı. Naciye sokakta tek başına mıydı? Hayır. Önünde lüks bir araba durdu. Arabadaki sarı saçlı kadın, “Ne bağırıyorsun Hilmi, sen benim kocam değil misin soracağım elbette dün gece nerede olduğunu,” diye bağırdı tüm cesaretini toplayıp. Adı Hilmi olan sakallı adam birden elinin tersiyle ağzına vuruverdi kadının, “Sana hesap mı vereceğim lan? Kimsin sen de bana hesap soruyorsun? Para benim keyif benim nereye istersem giderim.” Sarı saçlı kadın yüzünü cama çevirdi. Gözyaşlarını görsün istemiyordu kocası. “Boşanacağım senden artık tahammülüm kalmadı,” dedi inleyerek. “Hele bir boşan görürüsün işte o zaman dünyanın kaç bucak olduğunu. Yaşatır mıyım lan seni gebertirim Allah’ıma. Beni bırakacak kadın daha anasından doğmadı!” Ah annesinin sözünü dinlese okusaydı şimdi bu adama mahkûm olmazdı. Ağladı kadın sessiz hıçkırıkları boğazına dolandı. “Ne sallanıyorsun? Yürüsene be yeşil yandı!” diye bağırdı birden kocası kadın aldırmadı. Yalnız sanıyordu kendini dünyada tek başına ama yalnız mıydı? Hayır. Zehra koşar adın geçti karşıdan karşıya. Daha yeşil yanmamıştı oysa sırf korkutmak için bağırmıştı adam emindi. Çalıştığı bürodan girerken patronunun geldiğini görerek kederlendi. Sevmiyordu bu adamı da bu büroyu da ama mesleği için mecburdu birkaç sene daha çalışmaya. Patron” Günaydın Zehra, daha yeni mi geliyorsun?” diyerek girdi içeri. Yüzünde yılışık bir gülümseme o da paltosunu asmaya geldi askılığın yanına. Asarken omzuna dokundu Zehra’nın sonra kalçasını sürttü çaktırmadığını düşünerek bedenine. Genç kız tiksintiyle titredi. “Nefret,” dedi içinden, her gün bu tacizlere uğramaktan bıkmıştı, “Sen tez zamanda kurtar beni Allah’ım şuradan.” Kurtulmak isteyen sadece kendisi miydi tacizden? Hayır. Küçük bir kız koşarak girdi içeriye. “Baba şu oğluna bir şey söyle ya saçımı çekiyor,” Koşarak yanına gelen kızını koltuğunun altına aldı patron yalandan bağırdı oğluna göz kırparak,” Yapma len çekme saçını ablanın,” Oğlan inadına saldırdı ablasına ciyak ciyak bağırttı çocuğu. Babası bile zorlandı çekerken ellerini kızın saçlarından. Oğlan tek zorbanın kendisi olduğunu sanıyordu o anda oysa hayır. Muhasebeci Bora hırkasını koltuğuna astı. “Maşallah Sadi Bey oğlan büyümüş,” Büronun muhasebecisi Bora gülerek bakıyordu olanlara. “Sorma Boracığım yaramaz biraz bizimki ablasına hiç rahat vermiyor.” “Ee erkek çocuk efendim olacak o kadar artık,” derken çocuğun kızarmış yanaklarına takıldı gözleri Bora’nın. İçi bir hoş olmuştu sonra akşam geldi aklına yüzüne tuhaf bir gülümseme oturdu. Yeğeni Hasan’ı aşağı tuvalette yakalamıştı dün gece yine. Çocuk yalvarmıştı amca yapma diye ama kendini durduramıyordu ki böyle zamanlarda. Ona da gittiği yatılı okulda acımamışlardı şimdi sıra ondaydı ve elinin altında sadece on bir yaşındaki yeğeni vardı. Şuna bir telefon edeyim istediği bir şey var mı sorayım deyip telefonuna uzandı. Önce acıyı çektirip sonra ödüllendiren bir o muydu bu dünyada? Aslında hayır. Yeğen Hasan amcasının telefonunu açmadı.  İstemiyordu bir şey. Tek arzusu kendini rahat bırakmasıydı. Oysa geceleri amcası yüzünden karabasan gibi geçiyordu. Babasına söylese inanmazdı ona. Üstüne bir de dayak yerdi çektikleri yetmezmiş gibi, düşünmemeye çalışarak attı kendini sokağa okul vakti gelmişti çoktan. Köşedeki sokak köpeğinin sırtına bir tekme indirdi tüm hırsıyla. Hayvan acıyla cıyakladı. Cebindeki dünden kalma simidi fırlattı köpeğe, okulun etrafında kol gezen torbacıdan o beyaz haplardan aldı. Başka türlü dayanamıyordu amcasının akşam seanslarına. Dünyanın acılarına sahte çözümleri bir kendi biliyor sanıyordu ama hayır. Torbacı Hüsnü müşteri tuzağında çoktan dumanlamıştı beynini. Hüsnü gündüzleri okulların çevresinde geceleri ise caddelerde sattığı uyuşturucunun yarısını kendi içerek geziyordu. Yatsı namazının okunduğu sırada dumanlı kafası ile durakta bekleyen kadını gördü. “Bu saatte ne işi var bu bıldırcının burada?” diye düşündü. Aklına gelen pislikler bedenini dolduruyor yavaş yavaş yaklaştığı kadının korku dolu gözleri onu daha çok itekliyordu. Ne zaman saldırdı ne zaman tutup kolundan sürükledi kuytuya kendi de hatırlamadı sonradan. Sabah tecavüze uğramış ve boğularak öldürülmüş bir kadın cesedi buldu polisler. Çalıştığı işten çıkıp evine gitmeye çalışan bir hemşireydi zavallı. Vahşete tanıklık merhametli kılar mı insanı her zaman ?hele içinde yoksa hayır. Cinayeti soruşturan polis çoktan gelmişti olay yerine. Komiser Kemalettin hırsla telefonuna saldırdı. Evini aradı,” Bana bak Fatma söyle kızına sokağa falan çıkmayacak. Eğer bir görürsem dışarıda kırarım ikinizin de bacaklarını ona göre,” Karısı, “Okul ne olacak Kemalettin?” diye soracak oldu aldığı cevap sunturlu bir küfürdü sadece. Bitmişti okul mokul. Hem kız kısmı okuyup ne yapacaktı başlarına ukalamı kesilecekti. Zorbalık her zaman kazanamaz ama başkasının hakkını gasp etmeyi hak sananlar eksilir mi? Hayır. Ebru formasını giymişti bile çoktan. “Ben okula gideceğim bu benim hakkım beni bundan alıkoyamazsın!” diye haykırdı Ebru. Bıkmıştı babasının bu zorbalıklarından. O annesine benzemeyecek okuyacak hayatını kurtaracaktı. Avukat olmak istiyordu bütün haksızlığa uğrayanların hakkını koruyacak bir avukat. Fırladı çıktı sokağa koşar adım gitti okula kapıya yaklaşmıştı ki dün yolunu kesen serseri yine çıktı karşısına. “Ebru bu iş olacak. Sen benimsin istesen de istemesen de anladın mı?” diyordu kızı okul duvarına doğru itip. “İstemiyorum Caner ya. Rahat bırak beni zorla güzellik olur mu? Okula geç kalıyorum bırak beni bırak dedim,” Karnında duyduğu yanma hissinin ne olduğunu önce anlamadı sonra kanın akışını duydu ılık ılık. “Madem öyle sen de kimsenin olamazsın. Ben hapise sen mezara…”---- Bunlar benim hayal ürünü anlattığım ufak hikayeler. Fakat biliyoruz ki bunlara benzer pek çok dram pek çok kere yaşanıyor ülkemizde. Sadece bizim ülkemizde de değil tüm dünyada kadına yönelik ve aile içi şiddet maalesef kanayan bir yara. İşte İstanbul Sözleşmesi bu yaraya birazcık olsun merhem olabilmek, eşit haklara sahip eşit insanların şiddetten uzak barış içinde yaşadıkları bir dünya kurabilmek için imzaladıkları bir sözleşme. Sadece bir sözleşme yani yasa değil. Yaptırım gücü her ülkenin kendi hukuki kaynakları ile sınırlı bir sözleşme. Bir adım. Barışa, huzura ve adalete atılan bir adım. Bu küçük adım bile ne kadar rahatsız ediyormuş meğerse bizi. Şaşırdım kaldım. İstanbul Sözleşmesinden çekilişimiz üzerine yetkililerin yaptıkları açıklamaları virgül kaçırmadan dinledim, dinledim ama bir soruya cevap bulamadım. O soru: Neden? Onca laf kalabalığı, onca yaldızlı kocaman sözcükler bu küçük sorunun cevabını veremediler. Politikanın kirli emellerinin ve ikbal kaygılarının işbaşında olduğu aşikâr. Yoksa barış ve huzur adına birlik sağlamaktan başka bir amacı olmayan üstelik ilk imzacısı olduğumuz, katılma kararı TBMM tarafından yani millet tarafından alınan İstanbul Sözleşmesinden bir gece yarısı yangından mal kaçırır gibi “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” ile neden çekilelim. Anlamak ve anlamlandırmak mümkün değil. Söylemeden geçersem içimde kalacak bir şey daha var. İstanbul Sözleşmesinden çekildiğimiz haberlerinin duyulduğu saatlerde sosyal medyada #Morardınız mı? Hashtag ile paylaşımlar yapılmaya başlandı. Canımı acıtmadı desem, yalan olur. Şimdi şöyle bir şey söylemek istiyorum izninizle, morartmayı marifet sananlara. “Kadınların İstanbul Sözleşmesinden çekildiğimiz için morarmaya ihtiyaçları yok. Onların bedenleri haddini bilmezler tarafından her gün dayakla, sopayla yeterince morarıyor. Yeterince tacize, tecavüze uğruyor ve öldürülüyorlar zaten. İstanbul Sözleşmesi bu kötülükler azalsın hatta hiç olmasın diye imzalanmıştı. İstanbul Sözleşmesinden çekildik şimdi sizler ağardınız mı? Yoksa hala kapkara mı yürekleriniz. Öyle olmalı çünkü görüyorum ki hâlâ morartma peşindesiniz. Fakat keşke bilseniz; O morarttığınızı düşündükleriniz gerçekte sizin kızlarınız, eşleriniz, anneleriniz ve kutsal olduğunu övünmekten bir an bile geri kalmadığımız aile yapımız. Tek dileğim bir gün bu sözleşmenin maddelerine ihtiyaç duymamanız.” Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün kadın hakları konusunda yaptığı tüm dünyaya örnek devrimlerden doksan beş yıl sonra İstanbul Sözleşmesinden çekildiğimiz için böyle bir yazı yazıyor olmaktan ülkem ve milletim adına üzülüyorum. Unutmayalım şiddet uğrayan her çocuğun, öldürülen her kadının ahı yapanların olduğu kadar bunu bile isteye önlemeyenlerinde üzerine. Her aynaya baktığınızda açık alınlar ve aydınlık kalpler görmeniz dileğiyle esen kalın.    

BİR SÖZLEŞME HİKAYESİ

BİR SÖZLEŞME HİKAYESİ

----Naciye titreyen ellerini önü zor kapanan eski mantosunun cebine soktu. “Nasıl da esiyor burası,” diye düşünürken soğuğun iliklerine işlediğini hissetti. Artık soğuk muydu onu bu kadar titreten yoksa sabahleyin kocasından yediği tokat mı bilinmez üşüyordu işte. Ne o, çay suyu geç kaynamış. Bütün kabahati buydu işte. Beyefendi sanki işe yetişecekmiş gibi çayını her sabah vaktinde istiyor. Olmazsa da gelsin bağrış çağrış ya da bugünkü gibi tokat, yumruk. “Utanmıyor da” diye geçirdi içinden Naciye, “Boyumuz kadar oğlumuz var ondan da utanmıyor. Bugün bir karşılık verecek diye korktum. Tokadı çarpınca suratıma oğlanın yüzü sapsarı oldu. Yavrum evden nasıl kaçtığını bilemedi. Allah belanı versin Ferit. Hem bir işe yaramazsın hem de dayağı sopayı adamlık sanırsın.” Tokattın vurulduğu yanağı ateş gibi yanıyordu şu anda bedeninde titremeyen tek yer kıpkırmızı olmuş bu yanaktı.

Naciye sokakta tek başına mıydı? Hayır. Önünde lüks bir araba durdu.

Arabadaki sarı saçlı kadın, “Ne bağırıyorsun Hilmi, sen benim kocam değil misin soracağım elbette dün gece nerede olduğunu,” diye bağırdı tüm cesaretini toplayıp. Adı Hilmi olan sakallı adam birden elinin tersiyle ağzına vuruverdi kadının, “Sana hesap mı vereceğim lan? Kimsin sen de bana hesap soruyorsun? Para benim keyif benim nereye istersem giderim.” Sarı saçlı kadın yüzünü cama çevirdi. Gözyaşlarını görsün istemiyordu kocası. “Boşanacağım senden artık tahammülüm kalmadı,” dedi inleyerek. “Hele bir boşan görürüsün işte o zaman dünyanın kaç bucak olduğunu. Yaşatır mıyım lan seni gebertirim Allah’ıma. Beni bırakacak kadın daha anasından doğmadı!” Ah annesinin sözünü dinlese okusaydı şimdi bu adama mahkûm olmazdı. Ağladı kadın sessiz hıçkırıkları boğazına dolandı. “Ne sallanıyorsun? Yürüsene be yeşil yandı!” diye bağırdı birden kocası kadın aldırmadı.

Yalnız sanıyordu kendini dünyada tek başına ama yalnız mıydı? Hayır. Zehra koşar adın geçti karşıdan karşıya.

Daha yeşil yanmamıştı oysa sırf korkutmak için bağırmıştı adam emindi. Çalıştığı bürodan girerken patronunun geldiğini görerek kederlendi. Sevmiyordu bu adamı da bu büroyu da ama mesleği için mecburdu birkaç sene daha çalışmaya. Patron” Günaydın Zehra, daha yeni mi geliyorsun?” diyerek girdi içeri. Yüzünde yılışık bir gülümseme o da paltosunu asmaya geldi askılığın yanına. Asarken omzuna dokundu Zehra’nın sonra kalçasını sürttü çaktırmadığını düşünerek bedenine. Genç kız tiksintiyle titredi. “Nefret,” dedi içinden, her gün bu tacizlere uğramaktan bıkmıştı, “Sen tez zamanda kurtar beni Allah’ım şuradan.”

Kurtulmak isteyen sadece kendisi miydi tacizden? Hayır. Küçük bir kız koşarak girdi içeriye.

“Baba şu oğluna bir şey söyle ya saçımı çekiyor,” Koşarak yanına gelen kızını koltuğunun altına aldı patron yalandan bağırdı oğluna göz kırparak,” Yapma len çekme saçını ablanın,” Oğlan inadına saldırdı ablasına ciyak ciyak bağırttı çocuğu. Babası bile zorlandı çekerken ellerini kızın saçlarından.

Oğlan tek zorbanın kendisi olduğunu sanıyordu o anda oysa hayır. Muhasebeci Bora hırkasını koltuğuna astı.

“Maşallah Sadi Bey oğlan büyümüş,” Büronun muhasebecisi Bora gülerek bakıyordu olanlara. “Sorma Boracığım yaramaz biraz bizimki ablasına hiç rahat vermiyor.”

“Ee erkek çocuk efendim olacak o kadar artık,” derken çocuğun kızarmış yanaklarına takıldı gözleri Bora’nın. İçi bir hoş olmuştu sonra akşam geldi aklına yüzüne tuhaf bir gülümseme oturdu. Yeğeni Hasan’ı aşağı tuvalette yakalamıştı dün gece yine. Çocuk yalvarmıştı amca yapma diye ama kendini durduramıyordu ki böyle zamanlarda. Ona da gittiği yatılı okulda acımamışlardı şimdi sıra ondaydı ve elinin altında sadece on bir yaşındaki yeğeni vardı. Şuna bir telefon edeyim istediği bir şey var mı sorayım deyip telefonuna uzandı.

Önce acıyı çektirip sonra ödüllendiren bir o muydu bu dünyada? Aslında hayır. Yeğen Hasan amcasının telefonunu açmadı.

 İstemiyordu bir şey. Tek arzusu kendini rahat bırakmasıydı. Oysa geceleri amcası yüzünden karabasan gibi geçiyordu. Babasına söylese inanmazdı ona. Üstüne bir de dayak yerdi çektikleri yetmezmiş gibi, düşünmemeye çalışarak attı kendini sokağa okul vakti gelmişti çoktan. Köşedeki sokak köpeğinin sırtına bir tekme indirdi tüm hırsıyla. Hayvan acıyla cıyakladı. Cebindeki dünden kalma simidi fırlattı köpeğe, okulun etrafında kol gezen torbacıdan o beyaz haplardan aldı. Başka türlü dayanamıyordu amcasının akşam seanslarına.

Dünyanın acılarına sahte çözümleri bir kendi biliyor sanıyordu ama hayır. Torbacı Hüsnü müşteri tuzağında çoktan dumanlamıştı beynini.

Hüsnü gündüzleri okulların çevresinde geceleri ise caddelerde sattığı uyuşturucunun yarısını kendi içerek geziyordu. Yatsı namazının okunduğu sırada dumanlı kafası ile durakta bekleyen kadını gördü. “Bu saatte ne işi var bu bıldırcının burada?” diye düşündü. Aklına gelen pislikler bedenini dolduruyor yavaş yavaş yaklaştığı kadının korku dolu gözleri onu daha çok itekliyordu. Ne zaman saldırdı ne zaman tutup kolundan sürükledi kuytuya kendi de hatırlamadı sonradan. Sabah tecavüze uğramış ve boğularak öldürülmüş bir kadın cesedi buldu polisler. Çalıştığı işten çıkıp evine gitmeye çalışan bir hemşireydi zavallı.

Vahşete tanıklık merhametli kılar mı insanı her zaman ?hele içinde yoksa hayır. Cinayeti soruşturan polis çoktan gelmişti olay yerine.

Komiser Kemalettin hırsla telefonuna saldırdı. Evini aradı,” Bana bak Fatma söyle kızına sokağa falan çıkmayacak. Eğer bir görürsem dışarıda kırarım ikinizin de bacaklarını ona göre,” Karısı, “Okul ne olacak Kemalettin?” diye soracak oldu aldığı cevap sunturlu bir küfürdü sadece. Bitmişti okul mokul. Hem kız kısmı okuyup ne yapacaktı başlarına ukalamı kesilecekti.

Zorbalık her zaman kazanamaz ama başkasının hakkını gasp etmeyi hak sananlar eksilir mi? Hayır. Ebru formasını giymişti bile çoktan.

“Ben okula gideceğim bu benim hakkım beni bundan alıkoyamazsın!” diye haykırdı Ebru. Bıkmıştı babasının bu zorbalıklarından. O annesine benzemeyecek okuyacak hayatını kurtaracaktı. Avukat olmak istiyordu bütün haksızlığa uğrayanların hakkını koruyacak bir avukat. Fırladı çıktı sokağa koşar adım gitti okula kapıya yaklaşmıştı ki dün yolunu kesen serseri yine çıktı karşısına. “Ebru bu iş olacak. Sen benimsin istesen de istemesen de anladın mı?” diyordu kızı okul duvarına doğru itip.

“İstemiyorum Caner ya. Rahat bırak beni zorla güzellik olur mu? Okula geç kalıyorum bırak beni bırak dedim,” Karnında duyduğu yanma hissinin ne olduğunu önce anlamadı sonra kanın akışını duydu ılık ılık. “Madem öyle sen de kimsenin olamazsın. Ben hapise sen mezara…”----

Bunlar benim hayal ürünü anlattığım ufak hikayeler. Fakat biliyoruz ki bunlara benzer pek çok dram pek çok kere yaşanıyor ülkemizde. Sadece bizim ülkemizde de değil tüm dünyada kadına yönelik ve aile içi şiddet maalesef kanayan bir yara. İşte İstanbul Sözleşmesi bu yaraya birazcık olsun merhem olabilmek, eşit haklara sahip eşit insanların şiddetten uzak barış içinde yaşadıkları bir dünya kurabilmek için imzaladıkları bir sözleşme. Sadece bir sözleşme yani yasa değil. Yaptırım gücü her ülkenin kendi hukuki kaynakları ile sınırlı bir sözleşme. Bir adım. Barışa, huzura ve adalete atılan bir adım.

Bu küçük adım bile ne kadar rahatsız ediyormuş meğerse bizi. Şaşırdım kaldım.

İstanbul Sözleşmesinden çekilişimiz üzerine yetkililerin yaptıkları açıklamaları virgül kaçırmadan dinledim, dinledim ama bir soruya cevap bulamadım. O soru:

Neden?

Onca laf kalabalığı, onca yaldızlı kocaman sözcükler bu küçük sorunun cevabını veremediler.

Politikanın kirli emellerinin ve ikbal kaygılarının işbaşında olduğu aşikâr. Yoksa barış ve huzur adına birlik sağlamaktan başka bir amacı olmayan üstelik ilk imzacısı olduğumuz, katılma kararı TBMM tarafından yani millet tarafından alınan İstanbul Sözleşmesinden bir gece yarısı yangından mal kaçırır gibi “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” ile neden çekilelim.

Anlamak ve anlamlandırmak mümkün değil.

Söylemeden geçersem içimde kalacak bir şey daha var. İstanbul Sözleşmesinden çekildiğimiz haberlerinin duyulduğu saatlerde sosyal medyada #Morardınız mı? Hashtag ile paylaşımlar yapılmaya başlandı. Canımı acıtmadı desem, yalan olur. Şimdi şöyle bir şey söylemek istiyorum izninizle, morartmayı marifet sananlara.

“Kadınların İstanbul Sözleşmesinden çekildiğimiz için morarmaya ihtiyaçları yok. Onların bedenleri haddini bilmezler tarafından her gün dayakla, sopayla yeterince morarıyor. Yeterince tacize, tecavüze uğruyor ve öldürülüyorlar zaten. İstanbul Sözleşmesi bu kötülükler azalsın hatta hiç olmasın diye imzalanmıştı. İstanbul Sözleşmesinden çekildik şimdi sizler ağardınız mı? Yoksa hala kapkara mı yürekleriniz. Öyle olmalı çünkü görüyorum ki hâlâ morartma peşindesiniz.

Fakat keşke bilseniz; O morarttığınızı düşündükleriniz gerçekte sizin kızlarınız, eşleriniz, anneleriniz ve kutsal olduğunu övünmekten bir an bile geri kalmadığımız aile yapımız. Tek dileğim bir gün bu sözleşmenin maddelerine ihtiyaç duymamanız.”

Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün kadın hakları konusunda yaptığı tüm dünyaya örnek devrimlerden doksan beş yıl sonra İstanbul Sözleşmesinden çekildiğimiz için böyle bir yazı yazıyor olmaktan ülkem ve milletim adına üzülüyorum. Unutmayalım şiddet uğrayan her çocuğun, öldürülen her kadının ahı yapanların olduğu kadar bunu bile isteye önlemeyenlerinde üzerine.

Her aynaya baktığınızda açık alınlar ve aydınlık kalpler görmeniz dileğiyle esen kalın.

 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (2)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
mehmet
(26.03.2021 10:52 - #133)
çok iyi tebrikler
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Mehmet AYDIN
(24.04.2021 12:33 - #143)
Tebrik ederim, Çok güzel bir yazı olmuş. Aklınıza ve ellerinize sağlık.
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.