Esra GÜREL ŞEN
Köşe Yazarı
Esra GÜREL ŞEN
 

10 KASIM

10 KASIM Kendimi bildim bileli her 10 Kasım, saat dokuzu beş geçe çalan siren sesleri ile içim burkulur, tarifi imkansız duygular tüm bedenimi sarar ve gözlerim dolarak duygulanırım. Bu bir ölümün ardından duyulan hüzün olduğu kadar ülke olarak ortak bir acının, ortak bir minnetin ve ortak bir sahiplenişin duygularıdır bende. Milletçe nereden gelip nereye gittiğimizin farkında olarak geçmişimize duyduğumuz emsalsiz saygının vücut bulmuş şekli gibi gelir bana. Hepimizin, artık ne yazık ki üzülerek hepimizin demeyelim pek çoğumuzun bu duygu ve düşüncede olduğunu biliyorum. On Kasım münasebetiyle bir yazı yazmak istediğimde aklıma ilk önce bu duygular sonra yıllarca okullardaki törenler, işyerlerimizdeki saygı duruşları, Anıt Kabir ziyaretleri ve elbette bol bol yapılan konuşmalar geldi. Millet olarak konuşmayı hele hele konuşma yapmayı çok severiz. Her fırsatta toplum önünde söyleyecek ve çoğunlukla hamaset yapacak birileri mutlaka vardır. Övünmeyi iyi biliriz. Kahramanlıklarla dolu tarihimiz bize bu konuda çok malzeme verir. Kutlanacak ya da anılacak günlerimiz çoktur ve çoğumuz On Kasım’a da bu gözle bakar. Ülkemizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü. Saat 09.05 de sirenler başlar, arabalar kornalarını, vapurlar düdüklerini çalar ve bizler nerede olursak olalım Ata’mız için saygı duruşuna dikiliriz. Kimimiz dua okur içinden ruhuna yollar, kimimiz için sıkıcı bir zorunluluktur, kimimiz içinse samimi duygularla yasını yüreğinde hissettiği Ata’sına yolculuktur o birkaç dakikalık zaman dilimi. Sonrasında sıra özellikle okullarda törenlere ve törenlerin olmazsa olmazı konuşmalara gelir. Bu konuşmalar her zaman doğru cümleler kurularak, duygusallığa ve hamasete dozunda yer vererek yapılmaya çalışılır. İşte buradan hareketle bu konuşmaları genel bir süzgece yatırıp her On Kasım’da söylenilenleri şöyle bir gözden geçirmek istiyorum izninizle. Biliyorsunuz ben ne bir tarihçi ne bir sosyolog ne de bir toplum bilimciyim. Yapacağım şey sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olarak düşüncelerimi dile getirip sorularımı sormak bunları da siz sevgili dostlarımla paylaşmaktır. Sürç ü lisan edersem affedin. Konuşmaların pek çoğu şöyle veya benzeri bir cümle ile başlar, “Bugün Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 83. Yıldönümü. Bu sadece bedenen bir ayrılıştır zira O bu ülkeye kazandırdıkları, düşünceleri ve yol göstericiliği ile aramızda olmaya devam etmektedir.” Ne güzel bir cümle değil mi? Yazarken yine içim titredi. Bir insan için ölümünden seksen üç yıl sonra bile böyle saygılı ve özlem dolu cümlelerin kurulabiliyor olması ne büyük bir şey. Hangimiz böyle bir onura erişebiliriz ki? Bunun için önce Atatürk’ün yaptığı şeyler gibi şeyler yapmak gerekli. Peki neymiş o şeyler? O konuşmanın yapıldığı yerde, dinleyenlere sorsak sizce ne cevap verirler? Benim birkaç tahminim var. “Memleketi düşmanlardan kurtardı,” “Cumhuriyeti kurdu,” “Devrimleri yaptı ülkemizin bugün bulunduğu yere gelmesini sağladı,” Hepsi doğru ama bu kadar mı? Memleketi düşmanlardan nasıl kurtardı? Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkışını hepimiz biliriz ama o kararı alana kadar hangi aşamalardan geçtiğini ömrünü cephelere vermiş bir Osmanlı Paşa’sının nasıl devletini karşısına alma pahasına, başına ölüm fermanı konmasını sırtlayıp, yıllarca şerefle taşıdığı üniformasını çıkartarak kendini bir bilinmezliğe atışının ayrıntılarını bilmeyiz. Oysa hepsi Nutuk’ da yazar ama kaçımız okumuştur soru işareti. Cumhuriyet’i neden kurdu? Bildiğiniz gibi Osmanlı İmparatorluğunda İkinci Meşrutiyetin ilanıyla olabildiğince üniter bir parlamenter sistem kurularak şarta bağlı monarşi sistemine geçilmişti.  Bu sistem Birinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle kısa zamanda işlemez hale geldi. Savaşın sonunda pek çok yerde kazandığımız halde ortaklarımız yenildiği için biz de tümden mağlup sayıldık. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’nın muzaffer taraflarının topraklarımızı istilası, İstanbul’u işgali ve kukla niyetine bıraktıkları bir padişahlık kurumu eliyle yönetimi ele geçirmelerine kadar uzayan korkunç olaylara sebebiyet verdi. Kazanılan savaşların neden diplomatik yollarla dünyaya kabul ettirilemediği ve meşrutiyet meclisinin neden kısa sürede işlevsiz kaldığı konularına başka bir yazımızda değinebiliriz.   İşte Atatürk’ün elinde hazır olan Anayasal tek adamlık (Padişahlık) eşliğinde üniter parlamenter sistemini (Meşrutiyet Yönetimi) değil de Cumhuriyet’i nasıl seçtiğini bilmeyiz.  Halkın, yönetimde belli bir süre için ve belirli yetki ve kurallarla kendisini temsil etmesi ve seçilen temsilciler aracılığıyla kanunlar çerçevesinde ülkenin yönetilmesi demek olan Cumhuriyet’i yönetim biçimi olarak belirlemesinin tesadüfi olmadığını biliriz fakat ayrıntılarını merak etmeyiz.   Bütün o acımasız düşman işgalleri, binlerce şehidin verildiği amansız savaşlar ve yeni bir ülke kurulması gibi olağanüstü süreçlerin içinde nasıl incelenip araştırıldığını ve demokrasinin halen tüm dünyada kabul edildiği gibi en iyi yönetim biçimi olduğunun görülüp ülkemizin demokrasiyle yönetilmesi kararının nasıl verildiğini ayrıntılarıyla bilmeyiz. Bize okullarda anlatılanlarla yetiniriz ki onlarda hiç derinliğe inmeden çoğu zaman hamaset cümleleriyle süslenmiş kahramanlık hikayeleridir. Oysa sorularımızın cevapları Nutuk’ta var. Devrimleri neden yaptı? Devrimler ülkemizin bugün bulunduğu yere gelmesini sağladı mı? Omuz omuza savaştığı pek çok kıymetli arkadaşını bile karşısına almayı göze alarak Cumhuriyet’ i ilan etti. Sonra da bu ülkenin yaşamasını ve kalıcı olmasını sağlamak için ilkelerini sıralayıp  devrimleri yaptı. Her biri ayrı ayrı kitaplara konu olacak kadar önemli ve ayrıntılı ögeler içeren devrimlerin neden yapıldıklarını ve neden bu devrimler sayesinde ülkemizin gözlerini üzerimize dikmiş dünya devletleri arasından sıyrıldığını ve neden şimdi bu devrimlerin ışıklarının köreltilmeye çalışıldığını, bu devrimlere ve ilkelere hâlâ yirmi birinci yüzyılda neden bu kadar çok ihtiyacımız olduğu gerçeğini biliyor muyuz? Korkarım yine Nutuk’u adres göstereceğim. Eğer Atatürk’ün ilkelerini belirlerken benimsediği kıstasları ve devrimlerini tasarlarken düşündüğü Türkiye modelini anlayabilirsek Atatürk sonrasında yolların nerede tıkandığını ve pusulamızın nerede şaşmaya başladığını anlayabiliriz.  Bugünden neredeyse bir asır önce yazılmış bir kitap bugünkü dünyamızın bundan sonra şekillenmesini istediğimiz yönünü bize gösterebilir.  Bu bizim eksikliğimiz midir? Bence evet. Yazılışından bunca zaman sonra ve dünyamızın hemen her anlamda böylesine farklılaştığı bir çağda biz Nutuk’a ihtiyaç duymamalıydık ancak bu durum neredeyse bir asır önce yazılan kitabın yazarının dehasını gözler önüne serdiği gibi bizim de bu dehayı anlayacak ve ona yetişecek adımları hiç atmadığımızı gösteriyor. Yapılan On Kasım konuşmaları genellikle şu tarz cümlelerle devam eder,” Onu ve ideallerini anlamak aktarmak konusunda bizlere büyük görevler düşüyor.” İdeallerini anlamak ve aktarmak cümlesi sanırım konuyu hiç anlamamış ve geçiştirmekte olmanın en güzel örneği. İdeal henüz gerçekleşmemiş olan büyük fikir demektir. Atatürk ideallerini gerçekleştirmiş ve onları gerçekleştirebildiği için tarihe geçmiş ender insanlardan biri. Bir kere kabul etmemiz gereken şey bu. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak, ilkeleri ve devrimleri ile ona bir yol haritası çizerek ideallerini tamamladı. Yaşadığı zamanın çok ötesindeki vizyonunu ve insanlığa karşı başarıyla yerine getirdiği misyonunu bizlere miras bırakarak her fani gibi bu dünyadan göçtü.  Ölümünden seksen üç yıl sonra biz hâlâ onu anlamak ve ideallerini aktarmaktan bahsediyorsak vah bize vahlar bize. Çünkü bugüne kadar çoktan anlamış, kendi ideallerimizi oluşturmuş ve bize çizdiği yol haritasına göre yönümüzü belirleyerek çoktan o zaman işaret edilen muasır medeniyet seviyesine çıkmış olmamız gerekliydi. Ne yazık ki bugün sadece haberleri dinlediğimizde bile bu seviyenin elimizdeki akıllı cep telefonlarına sahip olmakla sınırlı kaldığını anlayıveriyoruz. Ekonomik göstergelerimizdeki baş aşağı iniş, üretim ve istihdam açığının her geçen gün artması, sosyolojik sorunlarımızın kadın cinayetleri ve artan gündelik yani terör dışı şiddet olaylarının sürekli artan bir ivme izlemesi, pandeminin yarattığı olumsuz koşullarında körüklemesiyle eğitim sistemimizin neredeyse çökme noktasına gelmesi, diplomasi ve dışişleri ile ilgili konuların çığ gibi büyüyen göçmen sorununun altında kalması, aramıza hesapsız kitapsız sokulan insanların başta sağlığımız, güvenliğimiz,  toplumsal yapımız, geleneksel ve milli politikalarımız için ciddi tehditler oluşturmaya başlamasının muasır medeniyet seviyesiyle hiçbir alakası yoktur. Ne yazık ki artık On Kasım’lar, “Atatürk’ü sevmek demek onun izinden yürümek demektir,” gibi hamaset dolu cümlelerle geçiştirilecek günler olmaktan çıkmıştır. Hiç olmamalılardı zaten. Bugün bu durumda ülkece çıkmazlarımıza çareler arıyorsak bunun sebebi Atatürk’ün izinden yürümenin sadece tavsiye edilmesi ancak o izin ne olduğunun hiç bilinememesi ve takip edilememesidir. İşe öğrenmekle başlamak lâzım.  Öğrenirsek öğretebilir ve işte o zaman gerçekten onun bize bıraktığı yol haritasını kullanarak izinden gidebiliriz. Hiçbir şey, başlamamak kadar geç bırakmaz. Dilerim bir sonraki On Kasım’da başladık ve başardık diye gururla Ata’mızı anabilir ve emanetine gereken özeni gösterememiş olmanın ezikliğini yüreklerimizde duymadan, siren sesleri başladığında hatırası önünde saygıyla eğilebiliriz. Esen kalın.        

10 KASIM

10 KASIM

Kendimi bildim bileli her 10 Kasım, saat dokuzu beş geçe çalan siren sesleri ile içim burkulur, tarifi imkansız duygular tüm bedenimi sarar ve gözlerim dolarak duygulanırım. Bu bir ölümün ardından duyulan hüzün olduğu kadar ülke olarak ortak bir acının, ortak bir minnetin ve ortak bir sahiplenişin duygularıdır bende. Milletçe nereden gelip nereye gittiğimizin farkında olarak geçmişimize duyduğumuz emsalsiz saygının vücut bulmuş şekli gibi gelir bana. Hepimizin, artık ne yazık ki üzülerek hepimizin demeyelim pek çoğumuzun bu duygu ve düşüncede olduğunu biliyorum. On Kasım münasebetiyle bir yazı yazmak istediğimde aklıma ilk önce bu duygular sonra yıllarca okullardaki törenler, işyerlerimizdeki saygı duruşları, Anıt Kabir ziyaretleri ve elbette bol bol yapılan konuşmalar geldi. Millet olarak konuşmayı hele hele konuşma yapmayı çok severiz. Her fırsatta toplum önünde söyleyecek ve çoğunlukla hamaset yapacak birileri mutlaka vardır. Övünmeyi iyi biliriz. Kahramanlıklarla dolu tarihimiz bize bu konuda çok malzeme verir. Kutlanacak ya da anılacak günlerimiz çoktur ve çoğumuz On Kasım’a da bu gözle bakar.

Ülkemizin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü. Saat 09.05 de sirenler başlar, arabalar kornalarını, vapurlar düdüklerini çalar ve bizler nerede olursak olalım Ata’mız için saygı duruşuna dikiliriz. Kimimiz dua okur içinden ruhuna yollar, kimimiz için sıkıcı bir zorunluluktur, kimimiz içinse samimi duygularla yasını yüreğinde hissettiği Ata’sına yolculuktur o birkaç dakikalık zaman dilimi. Sonrasında sıra özellikle okullarda törenlere ve törenlerin olmazsa olmazı konuşmalara gelir. Bu konuşmalar her zaman doğru cümleler kurularak, duygusallığa ve hamasete dozunda yer vererek yapılmaya çalışılır. İşte buradan hareketle bu konuşmaları genel bir süzgece yatırıp her On Kasım’da söylenilenleri şöyle bir gözden geçirmek istiyorum izninizle. Biliyorsunuz ben ne bir tarihçi ne bir sosyolog ne de bir toplum bilimciyim. Yapacağım şey sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olarak düşüncelerimi dile getirip sorularımı sormak bunları da siz sevgili dostlarımla paylaşmaktır. Sürç ü lisan edersem affedin.

Konuşmaların pek çoğu şöyle veya benzeri bir cümle ile başlar, “Bugün Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 83. Yıldönümü. Bu sadece bedenen bir ayrılıştır zira O bu ülkeye kazandırdıkları, düşünceleri ve yol göstericiliği ile aramızda olmaya devam etmektedir.”

Ne güzel bir cümle değil mi? Yazarken yine içim titredi. Bir insan için ölümünden seksen üç yıl sonra bile böyle saygılı ve özlem dolu cümlelerin kurulabiliyor olması ne büyük bir şey. Hangimiz böyle bir onura erişebiliriz ki? Bunun için önce Atatürk’ün yaptığı şeyler gibi şeyler yapmak gerekli. Peki neymiş o şeyler? O konuşmanın yapıldığı yerde, dinleyenlere sorsak sizce ne cevap verirler? Benim birkaç tahminim var.

“Memleketi düşmanlardan kurtardı,”

“Cumhuriyeti kurdu,”

“Devrimleri yaptı ülkemizin bugün bulunduğu yere gelmesini sağladı,”

Hepsi doğru ama bu kadar mı?

Memleketi düşmanlardan nasıl kurtardı? Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkışını hepimiz biliriz ama o kararı alana kadar hangi aşamalardan geçtiğini ömrünü cephelere vermiş bir Osmanlı Paşa’sının nasıl devletini karşısına alma pahasına, başına ölüm fermanı konmasını sırtlayıp, yıllarca şerefle taşıdığı üniformasını çıkartarak kendini bir bilinmezliğe atışının ayrıntılarını bilmeyiz. Oysa hepsi Nutuk’ da yazar ama kaçımız okumuştur soru işareti.

Cumhuriyet’i neden kurdu? Bildiğiniz gibi Osmanlı İmparatorluğunda İkinci Meşrutiyetin ilanıyla olabildiğince üniter bir parlamenter sistem kurularak şarta bağlı monarşi sistemine geçilmişti.  Bu sistem Birinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle kısa zamanda işlemez hale geldi. Savaşın sonunda pek çok yerde kazandığımız halde ortaklarımız yenildiği için biz de tümden mağlup sayıldık. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’nın muzaffer taraflarının topraklarımızı istilası, İstanbul’u işgali ve kukla niyetine bıraktıkları bir padişahlık kurumu eliyle yönetimi ele geçirmelerine kadar uzayan korkunç olaylara sebebiyet verdi. Kazanılan savaşların neden diplomatik yollarla dünyaya kabul ettirilemediği ve meşrutiyet meclisinin neden kısa sürede işlevsiz kaldığı konularına başka bir yazımızda değinebiliriz.  

İşte Atatürk’ün elinde hazır olan Anayasal tek adamlık (Padişahlık) eşliğinde üniter parlamenter sistemini (Meşrutiyet Yönetimi) değil de Cumhuriyet’i nasıl seçtiğini bilmeyiz.  Halkın, yönetimde belli bir süre için ve belirli yetki ve kurallarla kendisini temsil etmesi ve seçilen temsilciler aracılığıyla kanunlar çerçevesinde ülkenin yönetilmesi demek olan Cumhuriyet’i yönetim biçimi olarak belirlemesinin tesadüfi olmadığını biliriz fakat ayrıntılarını merak etmeyiz.   Bütün o acımasız düşman işgalleri, binlerce şehidin verildiği amansız savaşlar ve yeni bir ülke kurulması gibi olağanüstü süreçlerin içinde nasıl incelenip araştırıldığını ve demokrasinin halen tüm dünyada kabul edildiği gibi en iyi yönetim biçimi olduğunun görülüp ülkemizin demokrasiyle yönetilmesi kararının nasıl verildiğini ayrıntılarıyla bilmeyiz. Bize okullarda anlatılanlarla yetiniriz ki onlarda hiç derinliğe inmeden çoğu zaman hamaset cümleleriyle süslenmiş kahramanlık hikayeleridir. Oysa sorularımızın cevapları Nutuk’ta var.

Devrimleri neden yaptı? Devrimler ülkemizin bugün bulunduğu yere gelmesini sağladı mı? Omuz omuza savaştığı pek çok kıymetli arkadaşını bile karşısına almayı göze alarak Cumhuriyet’ i ilan etti. Sonra da bu ülkenin yaşamasını ve kalıcı olmasını sağlamak için ilkelerini sıralayıp  devrimleri yaptı. Her biri ayrı ayrı kitaplara konu olacak kadar önemli ve ayrıntılı ögeler içeren devrimlerin neden yapıldıklarını ve neden bu devrimler sayesinde ülkemizin gözlerini üzerimize dikmiş dünya devletleri arasından sıyrıldığını ve neden şimdi bu devrimlerin ışıklarının köreltilmeye çalışıldığını, bu devrimlere ve ilkelere hâlâ yirmi birinci yüzyılda neden bu kadar çok ihtiyacımız olduğu gerçeğini biliyor muyuz? Korkarım yine Nutuk’u adres göstereceğim. Eğer Atatürk’ün ilkelerini belirlerken benimsediği kıstasları ve devrimlerini tasarlarken düşündüğü Türkiye modelini anlayabilirsek Atatürk sonrasında yolların nerede tıkandığını ve pusulamızın nerede şaşmaya başladığını anlayabiliriz.  Bugünden neredeyse bir asır önce yazılmış bir kitap bugünkü dünyamızın bundan sonra şekillenmesini istediğimiz yönünü bize gösterebilir.  Bu bizim eksikliğimiz midir? Bence evet. Yazılışından bunca zaman sonra ve dünyamızın hemen her anlamda böylesine farklılaştığı bir çağda biz Nutuk’a ihtiyaç duymamalıydık ancak bu durum neredeyse bir asır önce yazılan kitabın yazarının dehasını gözler önüne serdiği gibi bizim de bu dehayı anlayacak ve ona yetişecek adımları hiç atmadığımızı gösteriyor.

Yapılan On Kasım konuşmaları genellikle şu tarz cümlelerle devam eder,” Onu ve ideallerini anlamak aktarmak konusunda bizlere büyük görevler düşüyor.”

İdeallerini anlamak ve aktarmak cümlesi sanırım konuyu hiç anlamamış ve geçiştirmekte olmanın en güzel örneği. İdeal henüz gerçekleşmemiş olan büyük fikir demektir. Atatürk ideallerini gerçekleştirmiş ve onları gerçekleştirebildiği için tarihe geçmiş ender insanlardan biri. Bir kere kabul etmemiz gereken şey bu. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak, ilkeleri ve devrimleri ile ona bir yol haritası çizerek ideallerini tamamladı. Yaşadığı zamanın çok ötesindeki vizyonunu ve insanlığa karşı başarıyla yerine getirdiği misyonunu bizlere miras bırakarak her fani gibi bu dünyadan göçtü.  Ölümünden seksen üç yıl sonra biz hâlâ onu anlamak ve ideallerini aktarmaktan bahsediyorsak vah bize vahlar bize. Çünkü bugüne kadar çoktan anlamış, kendi ideallerimizi oluşturmuş ve bize çizdiği yol haritasına göre yönümüzü belirleyerek çoktan o zaman işaret edilen muasır medeniyet seviyesine çıkmış olmamız gerekliydi. Ne yazık ki bugün sadece haberleri dinlediğimizde bile bu seviyenin elimizdeki akıllı cep telefonlarına sahip olmakla sınırlı kaldığını anlayıveriyoruz. Ekonomik göstergelerimizdeki baş aşağı iniş, üretim ve istihdam açığının her geçen gün artması, sosyolojik sorunlarımızın kadın cinayetleri ve artan gündelik yani terör dışı şiddet olaylarının sürekli artan bir ivme izlemesi, pandeminin yarattığı olumsuz koşullarında körüklemesiyle eğitim sistemimizin neredeyse çökme noktasına gelmesi, diplomasi ve dışişleri ile ilgili konuların çığ gibi büyüyen göçmen sorununun altında kalması, aramıza hesapsız kitapsız sokulan insanların başta sağlığımız, güvenliğimiz,  toplumsal yapımız, geleneksel ve milli politikalarımız için ciddi tehditler oluşturmaya başlamasının muasır medeniyet seviyesiyle hiçbir alakası yoktur.

Ne yazık ki artık On Kasım’lar, “Atatürk’ü sevmek demek onun izinden yürümek demektir,” gibi hamaset dolu cümlelerle geçiştirilecek günler olmaktan çıkmıştır. Hiç olmamalılardı zaten. Bugün bu durumda ülkece çıkmazlarımıza çareler arıyorsak bunun sebebi Atatürk’ün izinden yürümenin sadece tavsiye edilmesi ancak o izin ne olduğunun hiç bilinememesi ve takip edilememesidir. İşe öğrenmekle başlamak lâzım.  Öğrenirsek öğretebilir ve işte o zaman gerçekten onun bize bıraktığı yol haritasını kullanarak izinden gidebiliriz. Hiçbir şey, başlamamak kadar geç bırakmaz.

Dilerim bir sonraki On Kasım’da başladık ve başardık diye gururla Ata’mızı anabilir ve emanetine gereken özeni gösterememiş olmanın ezikliğini yüreklerimizde duymadan, siren sesleri başladığında hatırası önünde saygıyla eğilebiliriz.

Esen kalın.

 

 

 

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (1)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Funda Menekşe
(10.11.2021 13:29 - #161)
Yüreğinize sağlık. Bedenler fani, büyük fikirler ölümsüzdür.
Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve telgrafgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
(0) (0)
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.